İA' |
Koyun sürmek, koyun gütmek. |
İAB |
Kökünden koparmak. |
İAD |
Korkutmak, tehdit etmek. Vaidde bulunmak. |
İADE |
Geri vermek. Eski haline getirme. * Mukabilini yapma. Karşılığını yapma. * Avdet ettirmek. * Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk kelimesi olarak kullanma sanatı. İade'li şiire "muâd" da denmektedir.Ey vücud-u kâmilin esrar-ı hikmet masdarıMasdarı zatın olan eşyâ sıfatın mazharıMazharı her hikmetin sensin ki kilk-i kudretinSafha-i eflâke nakşetmiş hutut-ı ahteriAhteri mes'ud olan oldur ki tâb-ı pâkinin Kabil-i feyz ola nutkundan safâ-yı cevheriCevheri ma'yub olan nâkıs benim kim muttasılSadedir hattın hayalinden zamirim defteriDefter-i a'malimin hattı hatadandır siyâhKan döker çeşmim hayâl ettikçe hevl-i mahşeriMahşeri eşkim verir seylâba ger ruz-i cezaOlmasa makbul-i dergâhın sirişkin gevheri Gevheridir ışık bahrinin Fuzulî ab-ı çeşmLiyk bir gevher ki Lütf-u Hak ânadır müşteri.Fuzulî gazelinde olduğu gibi. |
İADE-İ ÂFİYET |
Hastalıktan sonra âfiyetin iadesi. İyileşme. |
İADE-İ İTİBAR |
Ticarette iflâstan kurtulma. * Kaybedilen itibarı tekrar kazanma. Şerefini kurtarma. |
İADE-İ MÜCRİMÎN |
Suçluların kendi memleketlerine iade edilmesi. |
İADE-İ ZİYARET |
Ziyarete gelenin ziyaretine gitmek. |
İADETEN |
Geri vermek üzere. |
İALE |
Çoluk çocuğun nafakasını te'min etme. Evlâd u iyâlin maişetini tedarik etme. * İyali çoğalmak, çoluk çocuğu artmak. |
İANAT |
(İâne. C.) İaneler. |
İANE |
Yardım. İmdat. Yardım için istenen, toplanan şey. |
İANE-İ ASKERİYE |
Tanzimattan sonra cizye yerine Hristiyan tebeadan alınan vergi. Bu vergi sonradan "bedel-i askerî" adını almış ve 1908 Temmuz inkılâbına kadar devam etmiştir. |
İANE-İ CİHADİYE |
Muharebe zamanında harbin icab ettirdiği fazla masrafları karşılamak ve yardım olmak için halktan alınan paralar. Miktarı, her mahallin iktidarı derecesine göre kaza ve liva üzerine merkezden tertib ve "tevzi defterleri"ne maktu' miktar olarak konulurdu. Bu çeşit vergi ve ianeler Tanzimat'tan sonra kaldırılmıştır. |
İANET |
(Avn. dan) Yardım. |
İANETEN |
İane suretiyle, yardım olmak üzere. |
İARE |
Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek. |
İARE-İ MUKAYYEDE |
Bir mülkün kayıd ve şartlarla birine ödünç olarak verilmesi. |
İARE-İ MUTLAKA |
Bir mülkün, bir eşyanın sâhibi tarafından hiç bir şart ve kayda bağlı kalmayarak başka birine ödünç verilmesi. |
İARETEN |
İare olarak. Emaneten. |
İAŞE |
Geçindirmek. Beslemek. Yaşatmak. Diriltmek. |
İAZ |
İşaret etmek. |
İAZA |
(İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek. |
İAZE |
Sığındırmak. Muhafaza etmek. İltica. |
İBA' |
Çekinmek. Tiksinmek. * Kabul etmemek, bir işe razı olmamak. * Doymadan yemekten çekilmek. |
ÎBA' |
Tiksindirmek, iğrenme. |
İ'BA' |
Hazırlık. |
İBABE |
Yol, tarik. |
İB'AD |
Uzaklaştırmak. Sürmek. Kovmak. |
İBAD |
Tıb: Bacaklarda diz mafsalının iç kısmındaki büyük damar. |
İBAD |
(Abd. C.) Kullar. Allah'ın kulları. |
İBAD |
Devenin ayağını bağladıkları ip. |
İ'BAD |
Kul etmek, köle yapmak. |
İBADAT |
(İbâdet. C.) İbâdetler. |
İBADE |
Helâk etmek. |
İBADET |
Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. Yapılmasında sevab olup, ihlâsla yapılan herhangi bir amel. Şeriatta bildirildiği gibi Allah'a kulluk etmek. Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye. (Bak: Târik-üs-salât)(... İbadet'in ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar. İ.İ.)(İbadetin mânası şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyyetin ve kudret-i Samedaniyyenin ve rahmet-i İlâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Yâni, rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, pâklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarrâ olduğunu, tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za'fını ve mahlukatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu Ekber deyip huzu ile rükua gidip O'na iltica ve tevekkül etsin.Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisaniyle izhar ve Rabbinin ihsan ve in'âmatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillâh ile ilân etsin. Demek, namazın ef'âl ve akvâli, bu mânaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz'edilmişler. S.) |
İBADETGÂH |
f. Kanunlarla tanınmış bir dine, bir mezhebe ait ibadetlerin icrasına tahsis olunan yerler. Mabet, ibadethane. |
İBADETHANE |
f. İbadetgâh. Allah'a ibadet edilen yer. |
İBADETKÂR |
f. İbadet yapan. İbadete düşkün. |
İBADULLAH |
Allah'ın kulları. |
İBAET |
Bir şeyi diğer bir şeye ircâ etme. |
İBAG |
Helâk etmek. |
İBAH |
İtibar etmek, ehemmiyet vermek. Hürmet etmek. |
İBAHA |
(İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması. * İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak. * Bir şeyi izhâr etmek. |
İBAHA |
Ateşi söndürme. |
İBAHAT |
(İbâhe. C.) Mübahlar. Günah ve sevab olmayan işler. |
İBAHÎ |
Herşeyi mübah sayan. |
İBAHİYYE |
Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse. |
İBAHİYYUN |
İbaheciler. Her şeyi mübah sayan bâtıl bir zümre. |
İBAK |
Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp kaçması. |
İBALE |
Kuyu bileziği. * Hayvanları muhafaza etme. * Küçük çocuklara def-i hacet ettirme. * Devenin hallerini ve huylarını iyi bilmek. |
İBANE |
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Ayırmak. * İzhar etmek, göstermek. |
İBAR |
Eritilmiş kurşun. * (İbre. C.) İğneler, ibreler. |
İBARAT |
(İbare. C.) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler. |
İBARATÜNA ŞETTÂ |
Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır. |
İBARE |
Bir fikri anlatan bir veya birkaç cümlelik yazı. Parağraf. * İbretli ders veren söz. (Bak: İbaret) |
İBARE |
Helâk etmek. |
İBARE-SENC |
f. Düzgün konuşan, akıcı söz söyleyen. |
İBARET |
Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek. * Rüya tabir etmek. |
İB'AS |
Yeniden yaratmak, göndermek. Hayat vermek. |
İBAS |
Kurutmak. |
İBASE |
Tedkik ve teftiş etme. |
İBAT |
(İbt. den) Bohça, koltuğun altına alınan şey. Paket. |
İBATE |
Bir yerde barındırma. Gece yatırma. |
İBATE VE İAŞE |
Barındırma ve besleme. |
İBAVET |
Yabancı bir adamın bir çocuğa baba gibi olması, babalık yapması. |
İBB |
Zâyi ve telef etmek. |
İBBÂN |
Uygun zaman, vakit. Her şeyin mevsimi. |
İBBÂN-ÜL FÂKİHE |
Meyva mevsimi. |
İBCAL |
Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.) |
İBCAM |
Huzur ve rahatını bozma. Rahatsız etme. |
İBDA' |
İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. * Yaratmak. Nümunesiz şey yapmak. |
İBDA' |
Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. * Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ("İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin" kelimeleri birbirine yakın mânâdadırlar.) * Edb: Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek. |
İBDA-I SAN'AT |
Benzeri olmayan mükemmellikte san'at eseri. İbda' yapabilene mübdi', eserlerine bedi'a denir. |
İBDA' |
(İbzâ') Parça parça etmek. * Sorulan şeye güzel cevab vermek. * Kandırmak. * Birisine, kâr tamamen kendine âit olmak üzere sermaye vermek. |
İBDAD |
Uzaklaştırma, teb'id. * Bir şeyi uzatma. |
İBDAL |
Değiştirmek. Tebdil ve tahvil eylemek. Birinin yerine diğerini getirmek. |
İBDAN |
Kısrak. * Câriye, kız veya kadın esir. |
İBEK |
f. Put, sanem, haç. |
İBER |
(İbret. C.) İbretler, ders alınacak şeyler. |
İBER |
(İbre. C.) İbreler, iğneler. |
İBGAZ |
(Buğz. dan) Buğzetme, nefret etme, hoşlanmama, sevmeme. |
İBHA |
Kesilme, inkıtâ'. |
İBHAC |
Sevindirme, sürur ve sevinç verme. |
İBHAH |
Sesini boğuk bir şekilde çıkarma. |
İBHAK |
Gözünü çıkarma, kör etme. |
İBHAL |
Kendi hâline bırakma, salıverme. |
İBHAM |
Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan. * Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı. * Baş parmak. |
İBHAMAT |
(İbham. C.) Mübhem şeyler, açıklanmayan mes'eleler, üstü kapalı sözler. |
İBHAMVARÎ |
f. Belli etmeyerek, âşikâr surette tanıtmıyarak, gizli bir şekilde, mübhem olarak. |
İBHAR |
(Bahr. dan) Deniz yolculuğu. |
İBHİRAR |
Gece yarısı olma. |
İBİBİK |
Çavuşkuşu, hüdhüd. |
İBİK |
Horozun başındaki kırmızımsı bir renkte uzanmış et parçası. |
İBİL |
(Bak: İbl) |
İBİŞ |
Hımbıl, salak. * Orta oyunu ve kukladaki şahıslardan biri. |
İBKA |
Ağlatmak. |
İBKA |
Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek. * Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri beğenilenlerin yeniden bir sene için yerlerinde kalmalarına müsaade edilmesi. * Mc: Sınıfta bırakmak.(... Madem her şey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu? deyip, düşünürken birden semavî sadâ-yı Kur'an işitiliyor... S.) |
İBKAEN |
İbka suretiyle. |
İBKAEN TA'YİN |
İşinden ayrılan bir memuru tekrar eski işine getirme. |
İBKA FERMANI |
Tâyinleri bir sene müddetle yapılan memurların vazifelerinde devam edeceklerine dâir gönderilen ferman. |
İBKAL |
Yerde ot bitmesi. Ramis adı verilen otun yeşermesi. |
İBKAR |
Fecirden kuşluğa kadar olan vakit. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
İBL |
(İbil) Dişi deve. * Deve sürüsü. |
İBLA' |
Yutturma, emdirme. |
İBLAG |
Bildirmek. Yetiştirmek. Haberdar etmek. Göndermek. |
İBLAK |
Alaca olmak. Kapı açmak. |
İBLAN |
İki sürü deve. |
İBLAS |
Mahzun olmak, ümitsiz olmak. |
İBLÎ |
Deveci. |
İBLİM |
Anber. * Bal. |
İBLİS |
İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan) |
İBLİSANE |
Şeytanca. İblisçesine, müfsidane. |
İBN |
Oğul. |
İBN-İ ABBAS |
(Bak: Abdullah İbn-i Abbas) |
İBN-İ ARZ |
Garip, gurbette bulunan. |
İBN-ÜL BETÛL |
Hz. İsâ (A.S.). Hz. Meryem'in oğlu. (Bak: Betûl) |
İBN-İL CELLÂ |
Meşhur kişi. Namlı ve şöhretli adam. |
İBN-İ CERİR-İ TABERÎ |
(Bak: Taberî) |
İBN-İ CEVZÎ |
(Hi: 508-597) El-Muğni isimli Kur'an-ı Kerim tefsiri vardır. Hanbelî fıkhı ve tarihî bilgilerde muhakkik âlimlerdendir. Ebu-l Ferec İbn-i Cevzî diye de meşhurdur. |
İBN-İ DEHALİZ |
Hırsız. |
İBN-İ HACER-İ ASKALANÎ |
(Hi: 773-852) Büyük hadis âlimidir. Şafiî mezhebinin meşhur fukahasından olup hadis üzerine çok eserleri vardır. |
İBN-ÜL HABBE |
Ekmek. |
İBN-İ HURRE |
Dürüst, doğru ve namuslu insan. |
İBN-İ HÜMAM |
(Hi: 788-861) Hanefî fukahasından meşhur bir zattır. Şer'î ilimlerde, edebiyatta mütehassıs idi. |
İBN-İ IRS |
(C: Benât-ı ırs) Gelincik dedikleri küçük hayvan. |
İBN-İ İSHAK |
(Ebu Abdullah Muhammed) Medine'de büyümüştür. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) hayatına dair vak'aları derin bir alâka ile toplamağa başladı. Daha sonra Mısır'a, oradan da Irak'a gitti. Hi: 151 veya 152 tarihinde Bağdat'ta vefat etti. Siyere dair iki eser vücuda getirmiştir.1. Kitab-ül Mübtedâ ve Kısâs-ul Enbiya. 2. Kitab-ül Magazi. |
İBN-ÜL MÂ' |
Su kuşu. |
İBN-İ MES'UD |
Ebu Abdurrahman Abdullah Bin Mes'ud da denir. (R.A.)şeref-i İslâm ile müşerref olanların altıncısıdır. Bütün gazvelere iştirak etmiştir. Dâimî surette huzur-u Risalette bulunduğundan Kur'an-ı Kerim'i herkesten iyi öğrendiği gibi, pekçok hadis de işitmiş ve ezberlemişti. Kur'an-ı Kerim'i en evvel Mekke'de Kureyş'e duyuran, Makam-ı İbrahim'de "Rahman" Suresini açıktan okuyan, bu zâttır. Ashab-ı Kiramın büyük fakih ve müçtehidlerindendir. Bünyesi çok zayıftı. Resul-i Ekrem (A.S.M.) bir gün Ashab-ı Kirama hitaben: "Siz İbn-i Mes'ud'un vücudca zayıf olduğuna bakmayınız. Mizanda hepinizden ağırdır." buyurmuşlardır.Bir gün kendisine: Hangi ilim mu'teberdir diye sormuşlar. "Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif ilmini çok severim" cevabını vermiştir. Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) 840 hadis rivayet etmiştir. Hicri 32 tarihinde 60 yaşını mütecaviz olduğu halde ebedî hayata kavuşmuştur. |
İBN-İ MİKRAZ |
Sansar. |
İBN-İ ÖMER |
(Bak: Abdullah İbn-i Ömer) |
İBN-İ RÜŞD |
(Kadı Muhammed Bin Ahmed) (Hi: 514-595) Endülüs Devleti zamanında yetişen bir filozoftur. Kurtuba'da doğmuştur.(Kur'an vahiy olmakla beraber delâil-i akliye ile te'yid ve tahkim edilmiş. Evet kâmil ukalânın ittifakı buna şâhiddir. Başta ulema-i ilm-i Kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhileri müttefikan esasat-ı Kur'aniyeyi usulleriyle, delilleriyle isbat etmişler. M.) |
İBN-İ SEBİL |
Yolcu. Seyyah. |
İBN-İ SİNA |
(Hi: 370-428) Buhara'lı olup zamanının en büyük âlimi, doktor ve filozofudur. Avrupa'da, Avicenna diye tanınmıştır. |
İBN-İ TEYMİYE |
(Hi: 661-728) Diğer adı Ahmed bin Abdülhalim Harranî'dir. Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi olarak bilinir. Bazı mes'elelerde ifrata kaydığından cumhur-u ulemaca hüsn-ü kabul görmemiştir. |
İBN-İ UYEYNE |
(Hi: 107-198) Ebu Muhammed Süfyan bin Uyeyne, ikinci derecede tâbiinden olup aslen Kufeli olduğu hâlde Mekke-i Mükerreme'de kalmıştır. Hadisde, tefsirde ve bilhassa Hadis-i Şerifleri tefsir etmede derin âlim olup yedi bin Hadis-i Şerif nakletmişti. Zâhid, müttaki ve sâlih bir zât olup kuru arpa ekmeği ile beslendiği meşhurdur. (Rahmetullahi aleyh) |
İBN-ÜL ÜNS |
Dost. |
İBN-İ ÜSBUAYN |
Çok güzel genç. * Ayın ondördü. |
İBN-ÜS-SEBİL |
Misâfir. |
İBN-İ VAKT |
Zamanın uyarına giden, vaktin icaplarına göre hareket eden kişi. Zamane adamı. * Mizaç ve tabiata göre söz söyleyen kimse. |
İBN-İ VERDÂN |
Hamam içinde olan kara çekirge. |
İBN-İ ZÜKÂ |
Sabah. |
İBN-ÜZ ZAMAN |
Zamanın çocuğu. Devrin adamı. |
İBN-ÜZ ZİNÂ |
Zinâ sonucu meydana gelen çocuk. Piç. |
İBNE |
Kız çocuğu. Veya teennüs eden oğlan. |
İBRÂ |
(Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak. |
İBRÂ-İ ÂMM |
Huk: Bir kimsenin zimmetini bütün haklardan, dâvâlardan temize çıkarmak. |
İBRÂ-İ HÂS |
Huk: Bir kimsenin zimmetini belirli bir haktan, hususi bir dâvâdan veya bir kısım haklardan beri kılmaktır. |
İBRÂ-İ ISKAT |
Huk: Bir kimsenin diğer bir kimsedeki hakkını, tamamen veya kısmen terketmesi. |
İBRÂ-İ İSTİFA |
Bir kimsenin, başka birisindeki hakkını aldığına dair ikrar etmesi. |
İBRAD |
Güçsüzleştirme, âciz bırakma. * Soğutma. |
İBRAHİM |
İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen "eb"; ve cumhur demek olan "reham" kelimelerinden meydana gelmiştir. "Ebu-l cumhur" ise; cumhurun babası demektir. Bu ismi meydana getiren kelimelerin ikisinin de hareke veya telaffuzlarını az bir değişiklik yapmakla yine bu mânalar Arapçada vardır. Bu da İbranilerle Arapların yakınlıklarına delildir. |
İBRAHİM (A.S.) |
Halilullah ve Halil-ür Rahman da denir. Peygamberlerden İshak ve İsmâil'in (A.S.) babasıdır. Yirmi sahifelik kitap kendisine nâzil olmuştur. Süryanice konuşurdu. Peygamberimizin de (A.S.V.) ceddi idi. Urfa'da doğduğu da rivayet edilir. Zamanın kralı Nemrud tarafından ateşe atılmak istendi, mu'cize olarak ateş onu yakmadı. En şiddetli zamanda dahi Allah'tan başka kimsenin dostluğunu kabul etmediğinden, sadece ondan meded beklediğinden kendisine Halilullah denilmiştir. Sonra Mısır'a ve Kenan iline gitti. Oğlu İsmail (A.S.) ile birlikte Kâbe-i Muazzama'yı yeniden inşa' ettiler. Kudüs'te medfun'dur.( $ Ayet-i Kerimesinin delâletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılâb etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me'hazdır. İ.İ.)(Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın Nemrud'a karşı imate ve ihyâda Güneş'in tulu' ve gurubuna intikali, cüz'î imate ve ihyadan küllî imate ve ihyâya intikaldir ve bir terakkidir. O delilin en parlak ve en geniş dairesini göstermektir. Yoksa bir kısım ehl-i tefsirin dedikleri gibi, hafî delili bırakıp, zâhir delile çıkmak değildir. M.) |
İBRAHİM BİN EDHEM |
Babası Belh Şehrinin Pâdişahı idi. Hicri 2. asırda yetişmiş büyük bir veliyullahtır. Bir çok kerametleri görülmüş, Allah rızası yolunda dünya saltanatını terk ederek fakirliği kabul etmiş ve bütün ömrünü ibadet ve taat ile geçirmiştir. Kerametleri dillere destandır. |
İBRAHİM DESUKÎ |
Büyük âlim ve mutasavvıflardan olup büyük makam sâhibi bir zâtdır. Pek meşhur ve çok güzel sözleri ve mev'izaları vardır. 676 tarihinde 43 yaşında Şam'da vefat etmiştir. (K.S.) |
İBRAHİM HAKKI |
(K.S.) : Hi: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır. |
İBRAHİM-VARİ |
f. İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile. |
İBRAK |
Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak. * Koyun kurban etmek. * Şimşek çakmak. |
İBRAK |
Deveyi çökertmek. |
İBRAM |
Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. * Usandırmak, yıldırmak. * İpi sağlam bükmek. * Muhkem kılmak. |
İBRAMAT |
(İbram. C.) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar. |
İBRANAME |
Alacaklı kimse tarafından alacak ve verecek kalmadığına dair verilen kâğıt. İbrâ senedi. |
İBRANİ |
Eski Yahudi Sülâlesi veya o soydan olan. |
İBRAR |
Yapılan yeminin doğru olduğu tasdik edilme. |
İBRAZ |
Göstermek. Meydana koymak. |
İBRAZ-I FAZL U HÜNER |
Hüner ve fazilet gösterme. |
İBRE |
İnce iğne gibi âlet. * Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret eden ince âlet. * Çam gibi ağaçların yaprağı. |
İBRE-İ HAYYAT |
Kendi işlerini bırakıp başkasının işlerini halledip düzeltmeye çalışan adam. * Terzi iğnesi. |
İBRET |
Uyanıklığa sebeb olan ders. * Çok çirkin ve düşündürücü. * Tuhaf, acâyip. |
İBRET-İ ÂLEM İÇİN |
Bütün âleme ibret olsun diye. Herkese ibret olsun için. |
İBRETAMİZ |
(İbret-âmiz) f. İbret öğreten. Ders verici hâdise. |
İBRETBAHŞ |
f. İbret veren, ibreti iktiza eden. |
İBRETBİN |
f. İbret almış, ders almış. |
İBRETEN |
İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için. |
İBRETFEŞAN |
f. İbret dağıtan, çok mühim ders verici hâdise. |
İBRETNÜMA |
f. İbret gösteren. İbret veren. |
İBRETNÜMUN |
f. İbret olan, ders olan. |
İBRÎ |
(İbriyye) İğne yapan veya satan kimse. * İğne veya ibresi olan. |
İBRÎ |
Yahudi, İbrani. |
İBRİC |
Yoğurdu yayıp ayran yapmağa yarayan âlet. Yayık. |
İBRİK |
(C.: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan yapılan emzikli su kabı. * Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar. * İyi ve parlak kılıç. |
İBRİKDAR |
Eskiden sarayda büyük devlet adamlarının konaklarında su döken ve leğen ibrik işlerine bakan kimse. |
İBRİN |
Yüzü çok parlak ve güzel olan sevgili. |
İBRİNŞAK |
Ağaçta çiçek açmak. |
İBRİŞİM |
İpek ipliği, bükülmüş ipek. * İbrişimden yapılmış. |
İBRİYE |
Baş konağı. |
İBRİYY |
İğne yapıcı veya satıcı. |
İBRİYYUN |
Yahudiler, İbraniler. |
İBRİZ |
Halis altun, saf altun. |
İBS |
Sevinmek, ferah. |
İBSAL |
Bir şeyi sipariş etme. * Men etme. |
İBSAN |
Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması. |
İBSAR |
Dikkatle bakmak, tetkik etmek. |
İBSAS |
Sırrı açıklama. * Yayma, dağıtma. |
İBSİ'RAR |
At yarışlarında koşuşma. |
İBŞAR |
(Büşr. den) (C.: İbşarât) Müjdeleme, tebşir etme, sevinçli bir haber bildirme. |
İBŞARAT |
(İbşâr. C.) Müjdelemeler, tebşir etmeler, sevinç verici haber bildirmeler. |
İBŞAS |
Bazı bitkilerin veya çiçeklerin birbirine sarılıp karışması. |
İBTA' |
Gecikme, geciktirme. * Ağır hareket. |
İBTAL |
Battal etmek. Çürütmek. Hükümsüz bırakmak. |
İBTAL-İ HİSS |
Duygusunu battal etmek ve uyuşturmak.(Evet, şu elim elemi ve dehşetli mânevi azabı hissetmemek için ehl-i dalâlet, ibtâl-i his nev'inden gaflet sarhoşluğu ile muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünki, Cenab-ı Hakka hakiki abd olmazsa kendi kendine mâlik zannedecek. S.) |
İBTALE |
Bâtıl ve boş şey. |
İBTALİYYAT |
İşe yaramıyan, boş sözler. |
İBTAR |
Parçalama. * Mahrum etme, esirgeme. * Gündüzün başlangıcı. |
İBTAR |
Şaşma, tuhafına gitme, hayrette kalma. * Alabileceği miktardan fazla yük yükletme. |
İBTAŞ |
Şiddetle tutma, kavrama. |
İBTAT |
Kesmek. Kat'etmek. |
İBTİAR |
Kuyu kazma. |
İBTİAS |
Gönderme, ba's etme. |
İBTİDA' |
Benzeri olmayan bir şey yaratmak. (Bak: İbdâ') |
İBTİDA |
Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta. |
İBTİDA-İ DÂHİL |
Tar: Medreselerden orta tahsili verenler. |
İBTİDA-İ CÜLUS |
Hükümdarlığın başlangıcı. Tahta çıkışın ilk zamanları. |
İBTİDAD |
İki kişinin bir şeyi bir tarafından tutup kavraması. |
İBTİDAEN |
Önceden, ilk ve başlangıç olarak. |
İBTİDAÎ |
Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ. * Ham, işlenmemiş. * İlk tahsil veren okul. (Daha da evvel bunun yerine "Sıbyan Mektebi" tabiri kullanılırdı.) |
İBTİDÂİYYÂT |
Başlangıçta olanlara öğretilen bilgiler. * Bu derslere ait kitaplar. |
İBTİDA-ŞÜDEGAN |
f. Stajyer. |
İBTİDAR |
Bir işe sür'atle başlama. |
İBTİGA |
Maksad, gaye. Taleb, arzu, istek. |
İBTİGA-İ TE'VİL |
Te'vil maksadıyla. Te'vil ederek izahta bulunma. |
İBTİHAC |
Sevinç, sevinme. İç açıklığı. |
İBTİHAC |
Bolluk, bereket, mebzuliyet. |
İBTİHAL |
Halktan alâkayı keserek Allaha tazarru' ve niyazda bulunmak. |
İBTİHAR |
İki parça olma, ikiye bölünme. |
İBTİHAS |
Bir şeyin doğruluğunu öğrenmek için soruşturma, tetkik etme. |
İBTİKA' |
Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması. |
İBTİKA' |
(Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme. |
İBTİKAR |
Sabahleyin erkenden kalkma. |
İBTİLÂ |
Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik. * İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe. |
İBTİLÂ-Yİ ŞEDİD |
Şiddetli tiryakilik. |
İBTİLA' |
Zorlukla yutmak. * Gelini gerdeğe koymak. |
İBTİLAC |
Meydana çıkma, zuhur etme, görünme. |
İBTİLAL |
Islanmak. |
İBTİLAZ |
Alma. |
İBTİNA' |
(Binâ. dan) Bir şeyin üzerine bina etme. Bir dava veya bahiste bir şeye istinad etme. |
İBTİNAEN |
İbtinâ ederek, mübteni olarak, dayanarak. |
İBTİRA' |
Ağaç yontma. |
İBTİRAD |
Duş yapma, soğuk su ile banyo yapma. * Serinlemek için soğuk su içme. |
İBTİSAM |
Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek. |
İBTİSAR |
(Basar. dan) Kalb gözüyle görme. Basiret. * Görüp hakikatına varma. |
İBTİSAR |
Bir şeye başlama, ibtida. |
İBTİŞAK |
Haysiyet ve nâmusa dokunma. * Yalan söyleme. |
İBTİTA' |
Kesilme, inkıta'. |
İBTİTAR |
Tâbi olma, uyma, ittiba etme. |
İBTİYA' |
Satın alma, mübâyaa etme. |
İBTİYAR |
Seçip kabul etme. * Kavga yapma, dövüş etme. * Güçsüz, zaif ve kuvvetsiz olma. |
İBTİYAZ |
Biriktirip yığma. |
İBTİZA' |
Birşey meydanda ve açık olma. |
İBTİZAL |
Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak. * Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak. * Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar etmek. (Mümtâziyetin zıddıdır.) |
İBTİZAR |
Cebren ve zorla alma. Soygunculuk yapma. |
İBTİZAZ |
İhtiyacdan dolayı zillet ve hakaretlere tahammül etme. |
İBYİZAZ |
Beyazlama, ağarma. |
İBZA' |
Bir kimseyi sıkıntı ve kedere boğma. Mahvetme. |
İBZA' |
Kötü söyleme, fena söyleme. |
İBZAL |
Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma. |
İBZAZ |
Yağlanma, şişmanlama, semirme. |
İBZAZ |
Bir şeyi istenilen miktardan veya gerektiğinden az verme. |
İCA' |
(Veca. dan) Ağrıtma, veca verme. |
İCAA |
(Cu. dan) Yemek içmek için hiçbir şey vermiyerek aç bırakma. |
İ'CAB |
Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek. * Hodpesendlik. Kendini beğenmişlik. |
İCAB |
Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, "Bu malımı sana şu kadar paraya sattım" demesidir. Müşterinin de kabul etmesine dair olan sözüne "kabul" denir. Şer'i ıstılahta buna "icâb ve kabul" denir. |
İCABAT |
İcablar. Gerekenler. Lüzum edenler. |
İCABE(T) |
Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme. |
İCABE-İ DUÂ |
Duânın kabul olması. Duâya cevap verilmesi. Muvafakat edilmesi. (Bak: Dua) |
İCABETGÂH |
f. Kabul etme yeri. |
İCABÎ |
Müsbet. İcaba âit, icaba dair. * Lâzım, gerekli, zarurete müteallik. |
İCAD |
Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda')(şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: "Hiçten, hiçbirşey icad edilmiyor ve hiçbirşey idam edilmiyor; yalnız bir terkip bir tahlildir ki, Kâinat fabrikasını işlettiriyor."Elcevap : Nur-u Kur'an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasiyle bu mevcudatın teşekkülât ve vücudlarını -sabıkan isbat ettiğimiz tarzda- imtina derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.Bir kısmı, Sofestaî olup, insanın hassası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, Kâinatın vücudunu inkâr etmeyi; hatta kendilerinin vücudlarını dahi inkâr etmesini.. dalâlet mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden; hem kendilerini, hem Kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka düşmüşler.İkinci güruh bakmışlar ki; dalâlette esbab ve tabiat mucid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı var. Ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye icadı inkâr ediyorlar, "yoktan var olmaz" diyorlar ve idamı da muhal görüyorlar, "var yok olmaz" hükmediyorlar. Yalnız, harekât-ı zerrât ile, tesadüf rüzgârlariyle bir terkib ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i i'tibariye tahayyül ediyorlar... İşte sen gel, ahmaklığın ve cehaletin en aşağı derecesinde, en yüksek akıllı kendini zanneden adamları gör; ve dalâlet, insanı ne kadar maskara ve süfli ve echel yaptığını bil; ibret al! Acaba her senede, dört yüzbin envâı birden zemin yüzünde icad eden ve Semavat ve Arzı altı günde halkeden ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san'atlı, hikmetli zihayat bir kâinatı inşa eden bir Kudret-i Ezeliye, bir İlm-i Ezelî'nin dairesinde, plânları ve mikdarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi göze göstermiyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misillü, gayet kolay o mâdumât-ı hâriciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u hârici vermeği o Kudret-i Ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek; evvelki güruh olan Sofestâilerden daha ziyade ahmakane ve cahilânedir. Bu bedbahtlar, âciz-i mutlak ve yalnız bir cüz-i ihtiyariden başka ellerinde olmayan; firavunlaşmış kendi nefisleri, hiçbir şeyi idam ve yok edemediklerinden ve hiçbir zerreyi, bir maddeyi, hiçten, yoktan icad edemediklerinden ve güvendikleri esbab ve tabiatın ellerinde hiçten icad gelmediği cihetle, ahmaklıklarından diyorlar: "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz" deyip, bu bâtıl ve hatâ düsturu, Kadir-i Mutlak'a teşmil etmek istiyorlar. Evet, Kadir-i Zülcelâl'in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira ve ibda' iledir. Yâni; hiçten, yoktan vücud veriyor; ve ona lâzım her şey'i de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşâ ile, san'at iledir. Yâni; kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi, çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, Rezzakıyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır. Evet Kadir-i Mutlak'ın, iki tarzda; hem ibda' hem inşâ suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay, en sühuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üçyüz bin envâ-i zihayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, "yoğu var edemez!" diyen adam, yok olmalı!...L.)(Eğer desen: "Delil-i İhtiraî i'tâ-i vücuddur. İ'tâ-i vücud ise; i'dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki: Adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırf-ı aklımız tasavvur etemiyor." Cevaben derim: Yahu!. Sizin bu istis'âbınız ve şu mes'elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi'in netice-i vahimesidir. Zira icad ve ibda-i İlâhiyi, abdin san'at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umur-u itibariye ve terkibiyede bir san'at ve kesbi vardır. Evet, bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.Elhasıl : İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i'dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-i aklîsi de daima üss-ül-esası, müşahedattan neş'et eder. Demek âsâr-ı İlâhiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki: Hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni'in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umur-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek o noktadan şu mes'eleye temaşa ediyor. Halbuki Vacibü'l-vücud'un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes'eleye temaşa etmek gerektir. R.N.) |
İCAD |
(Ücâd) Kapı ve pencerelerin üstlerinde bulunan kemer. |
İCADE |
İyi yapma, iyi işleme. |
İCADGERDE |
f. İcad olunmuş. |
İC'AF |
Yere düşürme, yıkma. |
İ'CAF |
Devamlı olarak hastaya bakma. * Zayıflatmak. |
İCAH |
Örtü, perde. |
İ'CAL |
Acele ettirme, çabuk yaptırma. * Öne geçme. |
İCAL |
Korkutmak. |
İCALE |
(Cevelan. dan) Dolaştırma, cevelan ettirme. |
İCALE-İ ESB |
Atı dolaştırma. |
İCALET |
El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte ve elde taşınabilir küçük kitap. * Acele ile ve derhal yapılan iş. |
İCALETEN |
Hemen, acele olarak, seri bir şekilde. |
İ'CAM |
Harflere, yazıya nokta koymak. * İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek. |
İCAM |
(Eceme. C.) Arslan yatakları. * Çalılıklar, ağaçlıklar, meşelikler. |
İCAN |
Boyun, unk. |
İCANE |
(C: Ecanin) Hamam taşı. * İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap. |
İCAR |
Kiralamak. Kiraya vermek. * Kira parası. |
İCAR |
Kadının başına bağladığı nesne. |
İCARAT |
Kiranın gelirleri. Gelirler. |
İCARE |
Kira. Gelir, irâd. Ücret. * Fık: Belli bir menfaati belli bir karşılık ile satmak. |
İCARE-İ AKAR |
Ev, dükkân, arsa gibi yerlerin kirası. |
İCARE-İ FÂSİDE |
İn'ikad şartlarını câmi' olduğu halde sıhhat şartlarını tamamen veya kısmen cami olmayan icaredir. Bu, aslen meşru olduğu hâlde vasfen meşru bulunmamış olur. Binaenaleyh böyle bir icareyi mucir ile müstecirden herhangi biri fesh edebilir. |
İCARE-İ GAYR-İ MÜN'AKİDE |
İn'ikad şartlarını tamamen veya kısmen câmi' olmayan icaredir ki, buna "İcare-i batıla" da denir. |
İCARE-İ MEVKUFE |
Başkasının hakkı taalluk edip icazeti lahık olmadıkça nâfiz olmayan icaredir. |
İCARE-İ MÜECCELE |
Sonradan alınacak kirâ. |
İCARE-İ MÜN'AKİDE |
Bey'ide olduğu gibi in'ikad şartlarını tamamen câmi' olan icaredir. |
İCARE-İ MÜNECCEZE |
Bir şeyi akd-i icare ânından itibaren kiraya vermektir. Akd zamanında kiranın başlangıcı söylenmezse kira, bir icare-yi müneccezeye haml olunur. |
İCARE-İ MÜSANEHE |
Yıllık olarak yapılan icaredir. Bir hanenin bir yıl müddetle kiraya verilmesi gibi. |
İCARE-İ MÜŞAHERE |
Aylık olarak yapılan icaredir. Bir haneyi bir aylığına kiraya vermek gibi. |
İCARE-İ MÜZAFE |
Bir şeyi gelecek muayyen bir vakitten itibaren kiraya vermektir. Meselâ: Bir hâneyi gelecek falan ayın birinden itibaren bir sene müddetle şu kadar bin liraya kiraya vermek, bir icare-i müzafedir. |
İCARE-İ SAHİHA |
İn'ikad ve sıhhat şartlarını tamamen câmi' olan icaredir ki, şuyu'ı asilden ve şartı mufsidden hâli olmak üzere malum bir menfaatı, malum bir bedel mukabilinde temlik etmekten ibarettir. |
İCARET |
İcâr, ücret. Kiraya vermek. * Kurtarmak, yardım etmek. |
İCARETEYN |
Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina. |
İCAS |
Gönlüne korku düşürmek. |
İ'CAZ |
Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak. * Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir olmadıkları derece. * Mu'cizelik olan şey.(Kur'an 1350 senedir bütün hakaikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar onun kıymettar hakaikına, onun güzel üslublarına halel vermemiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, hüsnünü söndürmemiş; şu hâl tek başı ile bir i'câzdır. M.) |
İCAZ |
(İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle sözlere mucez, veciz veya vecize denilir. |
İCAZ-I BİTTAKDİR |
Maksadı az sözle ifade etmekle beraber fazla olan etraflı mânaların zuhurudur. |
İCAZ-I HASR |
Lafzan hiçbir hazf olmadığı halde, ibârenin mânaca zengin olmasıdır. |
İCAZ-I HAZF |
Mânâya halel gelmemek şartı ile ve lâfzî veya aklî karine delâleti ile cümleyi tamamlayanlardan birinin hazfıdır. |
İCAZ-I MAKBUL |
Tazammun ve hazf ile olan icaz. |
İCAZ-I MUHİLL |
Sözün istenilen mânayı ifadeye kifayet etmemesi yüzünden mânanın bozulması halidir. |
İCAZ |
Kadın eşarbı. Baş örtü. |
İCAZET |
İzin. Müsaade. Şehadetname. Diploma. "Olur" demek. Destur vermek. İlmî ehliyet. Reva görmek. |
İCAZET-İ FİİLİYE |
Bir kimseden izin ve ruhsata delalet eden bir fiil ve hareketin sudûr etmesi. |
İCAZET-İ KAVLİYE |
Bir kimsenin bir şey hakkında "izin verdim" demesi. |
İCAZET-İ KÜLLÎ |
Vaktiyle Osmanlı serdarlarına ve sefirlerine müsâlaha, muahede akdi ve sair işler hakkında verilen mezuniyet. Tam salâhiyet demektir. Bu salâhiyeti alan kumandan veya sefir, üzerine aldığı işi merkezden sormaya ihtiyaç kalmadan maslahatın icabettirdiği ve kendi aklının erdiği vechile yapıp bitirirdi. |
İCAZET-İ LÂHİKA |
Bir kimsenin önce izni olmadığı halde, yapıldıktan sonra bir şeyi tasdik edip kabul etmesi. |
İCAZETNAME |
f. Şehadetname. Diploma. Şehadet kâğıdı. |
İCAZET VERMEK |
Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda "icazetname", icazet vermiş olan müderrise de "muciz" denilirdi. |
İCAZÎ |
İcaza dair, icaza ait ve müteallik. Veciz bir tarzda. |
İCAZKÂR |
f. İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan. |
İ'CAZKÂR |
f. Mu'cizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmak. |
İ'CAZKÂRANE |
f. Herkesi yarışmada âciz bırakacak yolda. |
İ'CAZNÜMA |
Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek. Âciz bırakmayı göstermek. |
İCBA' |
Ekilen ekini henüz olgunlaşmadan satmak. |
İCBAR |
Zor. Zorlama. Cebretmek. |
İCBAR-I NEFS |
Kendini zorlama, nefsini icbar etme. |
İCCAR |
(C: Ecâcir) Dam, çatı. |
İCCAS |
Erik. * Zerdâli. * Armut. |
İCDAF |
Bağırıp çağırma. |
İCDAN |
Sonradan zengin olma. |
İCFA' |
Koparmak. |
İCFAL |
Gidermek. * Devekuşu seğirtmek. |
İCFİL |
Yaşlı kadın, ihtiyar kadın. * Korkak adam. |
İCHA' |
Ayaz çıkma. |
İCHAD |
Eziyet çekme, elem ve sıkıntıya mâruz bırakılma. * Gayret etme. |
İCHAF |
Zulüm etme, gaddarlık. * Gidermek. * Noksan etmek, eksiltmek. |
İCHAM |
Men'etmek, engel olmak. |
İCHAR |
(Cehr. den) Sesle okuma. * Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama. |
İCHAŞ |
Bir kimseden yardım ve medet istemek. |
İCHAZ |
Hazırlandırmak. |
İCÎ |
f. Atmaca. * Hükümdar vekili. |
İCL |
Dana. Sığır yavrusu. |
İCL-İ SAMİRÎ |
Musa (A.S.) zamanında Samirî'nin yaptığı buzağı heykeli. (Bak: Samirî) |
İCL |
(C: İcâl) Boyun ağrısı. * Sığır sürüsü. |
İCLÂ |
(Cilâ. dan) Sürme, nefyetme, sürgün etme. Evinden barkından ayırma. * Sür'atle seğirtme. * Cilâlama, parlatma. |
İCLÂ-Yİ VATAN |
Yerinden yurdundan sürgün etme, başka tarafa nefyetme. |
İCLAB |
Cem'etmek, toplamak. * Yoldaşlık etmek. * Ardından çağırmak. * "Gitsin" diye haykırmak. |
İCLAL |
Ağırlama. İkram. Tekrim eylemek. Büyüklüğünü kabul edip hürmet etmek. Büyüklük. Azamet. |
İCLALEN |
Büyük sayarak, saygı ve hürmet göstererek. |
İCLAS |
Oturtmak. Tahta çıkartmak. Padişahı tahta oturtmak. |
İCLE |
Düve, dişi buzağı. |
İCLET |
(C: Ucul) Dişi buzağı. * Bir cins ot. * Kırba. |
İCLİHMAM |
Toplanmak, cem'olmak. |
İCLİNBAB |
Yan yatmak. |
İCMA' |
Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak. * Hazırlamak. * Azm ve kasdeylemek. * Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi. * Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) ittifakları üzere akaid hükmüne geçmiş umur-u diniyenin tamamı. |
İCMA-İ ÜMMET |
Ist: Aynı asırda yaşamış olan İslâm âlimlerinden müctehid olanların, şeriatın bir mes'elesi hakkında verilen hükümde birleşmeleridir. |
İCMAD |
Dondurma, câmidleştirme. |
İCMAD-I MÂ |
Suyun dondurulması. Suyun buz haline getirilmesi. |
İCMAEN |
Toplu olarak, hep birlikte. İcma-i ümmet olarak. |
İCMAL |
Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek. * Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice. |
İCMAL-İ SENEVÎ |
Senelik gelir ve giderleri yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltmış olarak gösteren cetveller. |
İCMAL-İ ŞEHRÎ |
Aylık gelir ve giderleri, yahut yalnız giderleri toplu ve kısaltılmış olarak gösteren cetveller. |
İCMALEN |
Kısaca. Özlüce. İcmali ve hülâsa olarak. |
İCMALÎ |
Kısaca, toplu olarak, tafsilatsız. Muhtasaran. |
İCMALÎ İMAN |
İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini söylemek ve tasdik etmek. (Bak: İman-ı icmalî) |
İCMAM |
Atı soluklandırma, dinlendirme. * Biriktirme. |
İCMAR |
Bir araya toplamak. * Süratle yürümek. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak. * Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak. * Yeni ayın görünmesi. |
İCNAF |
Doğruluktan ayrılma. Sadakattan uzaklaşma. |
İCNAN |
Deli etme, divane eyleme. * Bir şeyi örtme. |
İCNE |
Tıb : Yanak kemiği. |
İCNİS |
Tembel ve uyuşuk adam. |
İCRA |
Bir işi yürütmek. * Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme. * Vekil göndermek. * Mahkeme kararını yerine getirmek. * Suyu akıtmak. * Huk: Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir borcu, adlî bir teşekkül vâsıtasıyla ödetme. |
İCRA-YI İCABÎ |
Lüzum eden muamelenin yerine getirilmesi. |
İCRA-YI LU'BİYYAT |
Oyun icra etme, sahnede oyun oynama. |
İCRAAT |
(İcrâ. C.) Meydana getirilen işler. Yapılan işler. * Ameliyat. Tatbikat. |
İCRAAT-I CELİLİYE |
Allah (C.C.)ın celalî sıfatına yani, kibriya ve azametine delâlet eden, kudret-i hakkı ile hâsıl olan icraatı. |
İCRA HEY'ETİ |
Mahkeme kararını tatbike memur olan heyet. İcra memurları heyeti. |
İCRA KUVVETİ |
Memleketi idâre eden, kanunları tatbik eden kuvvet. |
İCRAM |
Kabahat yapma, cürüm işleme. |
İCRA MEMURU |
Mahkeme kararını tatbik ile borçludan borcunu alıp alacaklıya vermekle vazifeli olan adliye memuru. |
İCRA VEKİLLERİ HEY'ETİ |
Vekiller heyeti. Başvekilin riyaset ettiği bakanlardan meydana gelen hey'et. |
İCSA' |
Dizüstü getirme. Çökertme. |
İCŞAM |
Teklif etmek. |
İCŞAŞ |
Bir şeyi döverek ufaltma, küçültme. |
İCTİBA |
Seçmek. İhtiyar ve intihâb etmek. Seçkin bir şeyi almak. * Tahsildarın para ve vergi toplaması. |
İCTİBAZ |
Mıknatıstaki kendine çekme hasiyeti. |
İCTİHAD |
Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak. * Anlayış. * Kanaat. * Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun olarak, Kur'an ve Hadis-i Şeriflerden çıkarmaları ve bunun için tam gayret etmiş olmaları. Böyle içtihad eden zâtlara Müçtehid denir.(Mesail-i diniyeden olan içtihad kapısı, açıktır. Fakat, şu zamanda oraya girmeğe altı mâni vardır:Birincisi : Nasılki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapılar açmak hiç bir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki, büyük bir selin hücumunda tâmir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de: Şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarında muharriplerin girmesine vesile olacak olan delikler açmak İslâmiyete cinâyettir...İkincisi : Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez. Çünki kat'i ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler, şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti onların ikamesine ve ihyâsına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârane yeni içtihadlar yapmak bid'atkârâne bir hıyânettir.Üçüncüsü : Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı celbeden câzibedar bir metâ merguptur. Meselâ: Bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyâsetle iştigal ve dünya hayatını te'min etmektir. Selef-i sâlihin asrında ve o zaman çarşısında en mergup metâ, Hâlik-ı semâvat ve arzın marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur'an ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak ve vesâilini elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeğe müteveccih idi. Bunun için istidat ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahvâl ve vukuat ve muhâverattan ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar vücuda gelirdi.Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inâyet ve himmetlerin zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir. Ahkâm-ı diniyeye sarfedilecek müstakim bir içtihad yoktur.Dördüncüsü : İçtihad kapısından İslâmiyete girip mesâilini genişlendirmeğe meyleden adamın maksadı, zaruriyata imtisal ile takva ve kemale mazhariyet ise güzeldir. Amma zaruriyatı terk ve hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı uhreviyeye tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meyl-üt-tahribdir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır.Beşincisi : Her şeyin, her hükmün vücuda gelmesi bir illete binaen olduğu gibi, bir maslahata dahi tâbidir. Fakat maslahat illet değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Bu zamanın efkârı, bizzat saadet-i dünyaya müteveccihtir. Şeriatın nazarı ise, bizzat saadet-i uhreviyeye müteveccih olup, bittabi dünyaya da nâzırdır. Çünki, dünya âhirete vesiledir.Umumi bir beliyye olan ve nâsın ona müptelâ olduğu çok işler vardır ki zaruriyattan olmuştur. O gibi işler su-i ihtiyar ile gayr-i meşru meyillerden doğmuş olduklarından, mahzuratı ibâhe eden zaruriyattan değildir. Ve ruhsat ve müsaade-i şer'iyenin şümulüne dâhil olamazlar. Meselâ: Bir adam su-i ihtiyâriyle haram bir tarzda kendini sarhoş etse, hâl-i sekirde yaptığı tasarrufatta mâzur olamaz. Bu zamanda bu gibi içtihadlar, semavî değil ancak arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlar ile Hâlik-ı Semavat ve Arz'ın hükümlerinde yapılan tasarrufat merduttur.Meselâ : Bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytani fikirlerden hâli değildir. Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlâhiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.Sual : Avâm-ı nâs Arabiden haberdar değildir, fehmedemez?Cevap : Avâm-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilse de icmalen avâm-ı nâsa mâlum ve mâruftur. Maahaza lisan-ı Arabda bulunan şehamet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur... M.N.) |
İCTİHADÂT |
(İctihad. C.) İçtihadlar. |
İCTİHADÎ |
İçtihada müteallik. İçtihada dair. İçtihada ait. |
İCTİHAF |
Bir şeyden çok şey almak. * Üç parmakla yemek. |
İCTİHAH |
Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması. |
İCTİHAR |
Askeri çoğaltma. * Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma. |
İCTİLAB |
Celbetmek, çekmek. |
İCTİLAL |
Bir şeye bakmak. |
İCTİMA' |
Toplantı. Toplanmak. Bir araya gelmek. Kavuşmak. |
İCTİMA-İ A'ZAM |
Ast: Bir çok gezegenin burç mıntıkalarının aynı noktasına tesadüf etmiş gibi görünmeleri. |
İCTİMA-İ NEYYİREYN |
Güneş ile Ay'ın bir istiva üzerine gelmeleri. |
İCTİMA-İ SÂKİNEYN |
İki sessiz harfin yanyana bulunması. * Ast: İki gezegenin yan yana gelmesi. |
İCTİMA-İ ZIDDEYN |
İki zıt şeyin bir arada, beraber olması.(Bir şey zâtî olsa onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü "ictima-i zıddeyn" olur, o da muhâldir. İşte bu sırra binaen madem Kudret-i İlâhiyye zâtiyedir ve Zât-ı Akdes'in lâzım-ı zarurîsidir. Elbette o kudretin zıddı olan acz, O Zât-ı Kadir'e ârız olması mümkün olmaz. Ş.) |
İCTİMAAT |
İçtimalar. Toplanmalar. |
İCTİMAÎ |
Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal. |
İCTİMAİYYAT |
İçtimaî ilimler. Topluluk hayatına dair ilimler. Sosyoloji. |
İCTİMAİYYUN |
İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan. İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar. |
İCTİMAR |
Tütsülenme, buhurlanma. |
İCTİNA |
Meyve toplamak. Meyve devşirmek. Bir yere toplamak. * Aldanmak. |
İCTİNAB |
Çekinmek. Sakınmak. Uzak olmak. |
İCTİNAH |
Bir yana eğilme, meyletme. * Secde etme. * (Hayvan) bir tarafa meyilli koşma. |
İCTİNAN |
Gizlenmek. |
İCTİRA' |
(Cür'et. den) Cesaret etme, cür'et etme, yeltenme, atılma. |
İCTİRA' |
(Cür'a. dan) Suyu soluk almadan birden içme. * Ağacı bir tutuşta kırma. |
İCTİRAH |
El emeği ile kazanılan para ile geçinme. |
İCTİRAM |
Kabahat yapma, cürüm işleme. |
İCTİRAR |
İleri ve geri çekme, çekilme. * Hayvanın geviş getirmesi. |
İCTİRAZ |
Devenin geviş getirmesi. |
İCTİSAR |
Cür'et ve cesâret göstermek. * Çölü aşıp gitmek. * Denizde geminin geçip gitmesi. |
İCTİSAS |
Ağacı kökünden çekip koparmak. |
İCTİSAS |
Hayvanın, ağzı ile çayırı araştırarak otlaması. |
İCTİSAS |
Evleri yakın olmakla bir arada olma. |
İCTİŞA' |
Yer uygun olmama. |
İCTİVA' |
İğrenme, tiksinme. |
İCTİVAR |
(Civar. dan) Komşu olma, muhit yapma. |
İCTİYAB |
Gömlek giyme. * Yırtma. * Kuyu kazma. |
İCTİYAH |
Öldürme. |
İCTİYAL |
Doğru yoldan döndürme. |
İCTİYAS |
Yağma için dolanma. * Taleb etmek, istemek. |
İCTİYAZ |
Geçmek, mürur. |
İCTİZA' |
Ağaç veya dal kesme. |
İCTİZA' |
İktifa etmek, yeter bulmak. |
İCTİZAB |
(Cezb. den) Çekip uzatma. * Etrafına toplanma. |
İCTİZAL |
Sevinme, mesrur olma. |
İCTİZAZ |
Yün kırkma. * Çayır ve ot biçme. |
İCTİZAZ-I AGNAM |
Koyun kırkma. |
İCYAM |
Men'etmek, engel olmak. |
İCZAB |
Koparmak. |
İCZAL |
Birini sevindirme, mesrur etme, gönlünü hoş etme. |
İCZAL |
Semerin, devenin boynunu yara etmesi. |
İCZAM |
El kesme. * Hızlı yürüme. |
İÇ |
t. Herşeyin içerisi, dâhil, derun. * Bir şeyin ortasındaki kısım, göbek. * Karın, mide. * Kalb, vicdan, gönül. * Harem dairesi. * Bir şeyin görünmez ciheti, bâtın. |
İÇ CEBEHANE |
t. Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare "Hazine-i esliha", Üçüncü Sultan Ahmed devrinde "Dâr-ül esliha", daha sonraları da "Harbiye ambarı" olarak değiştirilmiş, en sonunda "askerî müze" şeklini almıştır. |
İÇERLEK |
t. Dip, kuytu yer. Çıkmaz. * Daha geride, daha içeride bulunan. |
İÇ EZAN |
t. Cuma günleri hatib minberde iken müezzin tarafından mahfilde okunan ezan. Diğer namazlarda yalnız minarede ezan okunurken, cuma günleri öğle vaktinde hem minarede, hem de caminin içinde müezzin mahfilinde ezan okunur. İkinci ezan caminin içinde okunduğu için buna "iç ezan" denilir. |
İÇGÜVEY |
t. (İçgüveyi, içgüveysi) Kayınpederinin evine alınan dâmat. Karısı tarafının evinde oturan dâmat. |
İÇ HAZİNE |
t. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir kısım paralar. |
İÇ İL MÜDERRİSLERİ |
t. İstanbul, Edirne ve Bursa'da ve bunlara bağlı yerlerde 150'şer akça ve daha fazla yevmiyeleri olan medrese müderrisleri. |
İÇ KALE |
t. Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere "bâlâ hisâr" da denilirdi. Bu iç kaleler, düşmanın, surları geçmesi hâlinde veya şehirde bir isyân çıktığı zaman, hükümdar veya kumandanın çekilip kendini müdafaa etmesi için yapılırdı. |
İÇLİ |
t. İçi dolu. * Çabuk müteessir olan, hassas duygulu. * Kin tutan, haset eden. |
İÇ OĞLANI |
t. Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere yeniçerilik için toplanan devşirmelerden ayrılmak suretiyle meydana getirilmiş ve bu usûl sonradan yapılan kanunla devam edip gitmiştir. |
İÇTİHAD |
(Bak: İctihad) |
İÇTİMAÎ |
(Bak: İctimaî) |
İÇTİNAB |
(Bak: İctinab) |
ÎD |
Bayram günü. Bayram. (Gidip tekrar gelen, bir kimsede âdet olup alışılan şey. Bayram tekrar geldiği için îd denilmiştir. L.R.) |
ÎD-İ ADHÂ |
Kurban Bayramı. |
ÎD-İ EKBER |
Arefesi Cuma gününe raslayan Kurban Bayramı. |
ÎD-İ FITR |
Ramazan Bayramı. |
İDA' |
Emanet bırakmak. Vedia koymak. * Huk: Kendi malının muhafazasını başkasına havale etme. |
İDA' |
Fasid olmak. Bozulmak. * Helâk olmak. * Yardım etmek. |
İ'DA' |
Düşman etmek. * Sıçratmak. * Geri getirmek. * Muavenet etmek, yardım etmek. |
İDÂA |
Zâyi etmek. Boşuna harcamak. |
İDÂA-İ VAKT |
Vaktini boşa geçirmek. Vaktini zâyi etmek. |
İDAB |
Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma. * Doğruluğunu ve hak olduğunu herkese bildirme. |
İDAB |
Acib nesne. |
İDABE |
Edeblilik, terbiyeli oluş. |
İDAD |
Saymak. Sayı. Hesab etmek. * Ölüm vakti. * Fark. Vergi. * Bahşiş. * Küfüv. Denk, hemtâ. * Delilik emâresi. * Parmakla hesab etmek. |
İDAD |
(İded) Üstünlük, galibiyet, zafer. * Kuvvet, zor. |
İ'DAD |
Hazırlama. Yetiştirme. Geliştirme. |
İD'AD |
Korkutmak. |
İDADE |
Kol bağı. |
İ'DADİYE |
Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus. * Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı olan mekteb. |
İDAHA |
Muti olmak, itaat etmek. |
İDAK |
Davarın kösneyip aygır istemesi. |
İ'DAL |
Güç olmak, zor olmak. |
İDALE |
Bir şeyin elden ele geçmesi. |
İ'DAM |
Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek. |
İ'DAM-I NEFS |
İntihar. Kendi kendini öldürmek. |
İDAM |
Katık. Ekmekle beraber yenen şey. |
İDAM |
Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak. |
İD'AM |
Direk vurmak. |
İDAME |
Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak. |
İDANE |
(Deyn. den) Borç, ödünç verme, ikrâz. |
İDANETEN |
Borç olarak, ödünç olarak, idane suretiyle. |
İDARE |
Devrettirmek. Çekip çevirmek. Döndürmek. Kullanmak. Becermek. |
İDARE-İ ASKERİYE |
Askerlik işleriyle meşgul olan idare. |
İDARE-İ EKVANÎ |
Kevnlerin, âlemlerin idaresi, tasarrufu. |
İDARE-İ MAHSUSA |
İlk adı "İdare-i Aziziye" olan devlet vapur işletme dairesi. |
İDARE-İ MASLAHAT |
Bir işi mümkün mertebe iyi-kötü yürütmek. |
İDARE-İ MEŞRUTA |
Meşrutiyet idaresi, meşrutiyetle idare. |
İDARE-İ MUTLAKA |
Bir hükümdarla idare. Bir hükümdarın idare ve yönetimi altında bulunan devlet. Mutlakiyet idaresi. |
İDARE-İ MÜSTEBİDE |
İstibdat idaresi. |
İDARE-İ ÖRFİYE |
İcabında devletin bir yerde mülki idareye ait nizamları tatil ile kanunen kurduğu askerî idare. Örfi idâre, sıkıyönetim. |
İDARE-İ UMÛR |
İşlerin görülmesi. |
İDARE FİTİLİ |
Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların fitillerine de bu ad verilir. |
İDAREHANE |
f. Bir işe bakan hey'etin veya bir işi idare edenlerin toplanarak iş gördükleri yer ve dâire. * Dergi, gazete vs. gibi yayınların yazı işlerine bakılan dâire. |
İDARE KANDİLİ |
Yatak odalarını aydınlatmağa ve elde gezdirmeğe mahsus küçük, ışığı az lâmba. |
İDARETEN |
İdare için. Kanun ile değil, işin gelişine göre yaparak. İdare yoluyla, işi idare ederek. |
İDARÎ |
İdare. * İdare ile alâkalı. |
İD'AS |
Tepelemek. |
İDAVE |
(C: Edâvâ) Deriden yapılmış su kabı. Asker matarası. |
İDB |
Acib iş. |
İDBAK |
Ulaştırmak. Yapıştırmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir. (Bak: İtbak) |
İDBAR |
Geriye gitmek. Geri dönmek. * İşlerin ters gitmesi. * Talihsizlik. * Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibe göre gitmesine de ikbal denir.) |
İDBİSAS |
Ne kırmızı, ne siyah olmak. * Ot bitmek. |
İDCAN |
(İdcican) Gökyüzü yağmur bulutlarıyla örtülme. * Hava çok sisli ve dumanlı olma. |
İDD |
Büyük, acib şey. * Belâ, dâhiye. * Yalan. |
İDDE |
Müddet. Zaman. Vakit. * Küfüv. Hemta. Arkadaş. |
İDDET |
Bekleme müddeti. * Sayılmış. Madud. * Cemaat. * Hıfz. * Fık: Kocasından ayrılan kadının, başkası ile evlenebilmesi için, üç defa hayız görüp temiz oluncaya kadar geçen zaman. (Kocasından boşanırsa 100 gün, kocası ölürse 130 gün.) |
İDDET-İ EŞHÜR |
Ay hesabıyla iddet beklemek. Boşanma tarihinden itibaren hür ise üç ay, cariye ise birbuçuk ay bekler. |
İDDET-İ HAML |
Fık: Çocuk doğurmakla biten iddet. Kocası ölen veya boşanan gebe kadının, çocuğun doğmasını beklemesi demektir. |
İDDET-İ HAYZ |
(Bak: Hayz) |
İDDET-İ VEFAT |
Fık: Ölüm neticesinde icab eden iddet. Kocası ölen kadın hür ise 130 gün, cariye ise 65 gün iddet bekler. |
İDDİA |
Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen fikir. Dâva etmek. Israr etmek. İnat etmek. Haklı veya haksız bir dâvaya kalkışmak.(Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâva-yı halk ve iddiâ-yı icad edemez. Zira her şey, her şeyle bağlıdır. M.) |
İDDİAEN |
İddia ederek. Doğru olduğunu söyleyerek. |
İDDİAÎ |
İddia ile alâkalı. Şahitsiz, delilsiz ve boş söz. |
İDDİAİYYAT |
(İddiaî. C.) İddia ile ilgili. Şahidi olmayan sözler. |
İDDİAM |
(Diam. dan) Payanda dayamak. |
İDDİANAME |
Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. (Ceza işlerinde hazırlık tahkikatının neticesi, davasının açılması için kâfi olduğu anlaşılırsa savcı bu dâvayı, ya ilk tahkikatın açılması hakkında sorgu hakimine bir talepname veya doğrudan doğruya mahkemeye bir iddianame vermek suretiyle açar. Savcının bu suretle davayı açtığını bildiren yazısına iddianame denir. (O.T.D.S.) |
İDDİFA' |
Isınma, ısıtma. |
İDDİFA-YI MÂ' |
Suyun ısınması. |
İDDİFAN |
Kölenin, efendisinin yanından kaçması. |
İDDİHAL |
Girme, duhul etme, dahil olma. |
İDDİHAN |
(Dühn. den) Güzel kokular sürünme. |
İDDİHAR |
Biriktirmek, toplamak, yığmak. * Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama. |
İDDİLAC |
Gecenin geç vaktinde gitmek. |
İDDİMAC |
Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek. |
İDDİRA' |
Anlama, derketme, kavrama, fehmetme. * Hile ile aldatma. * (Kadın) saçını tarayıp salıverme. |
İDDİRAK |
Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme. * Bir yere toplanmak. * Birbirine yetişmek. |
İDDİSAR |
Zengin olma, çok mal mülk sahibi olma. Bir şeye bürünme. |
İDDİYAN |
Borçlanma, borca girme. |
İDEAL |
Fr. Fikre ve düşünceye ait. Tasavvuri, hayali. * Mefkûre. Emel. Gaye. Hayalde tasavvur edilen kemal. Fevkalâde, mükemmel kimse veya şey. (Bak: Ülkü) |
İDEALİST |
Fr. İdeal ve mefkûre sahibi. * İdealizm felsefesine bağlı kimse. |
İDEALİZM |
Fr. Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve eşyanın müstakil mevcudiyetlerini inkâr edip fikren mevcudiyetlerini kabul eden yanlış bir felsefe doktrini. |
İDEOLOJİ |
Fr. İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek, siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi. |
İDFA' |
Soğuktan sakınıp giyinmek. * Isıtmak. |
İDFAN |
Gömme. Defnetme. |
ÎDGÂH |
(Îdgeh) f. Bayram yeri. |
İDGAM |
Gizlemek. * Bir şeyi bir yere koymak. * Tecvidde: Aynı cinsten olan harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya yazılmak.(Genizden gelen sese gunne dendiği gibi, harfleri şiddetli okumağa idgam deniyor. Konuşurken küçük dil genize çekilerek çıkan ses gunnedir. Gunnenin, bazı kimselerce harf sayılması mecazdır. Çünkü idgâm ikiye ayrılır.Gunnesiz idgam ki; tenvin veya sâkin nun, lâm ve râ harflerine idgam olunursa gunnesiz okunur. ( $ Mirrabbi $Milledünhü gibi)Gunneli idgam: Tenvin veya sakin nun (Ya, mim, nun, vav) harflerinden birine idgam olunursa gunne ile okunur. (Vav ile yâ) ya idgam edilirse gunne yarım olur.) |
İDHAC |
Silah takınmak. |
İDHAD |
İptal etmek, hükümsüz bırakmak. |
İDHAL |
Dâhil etmek. İçine almak. Sokmak. |
İDHALÂT |
(İdhal. C.) Memleket haricinden eşya ve mal getirmek. |
İDHAN |
(Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma. |
İDHAR |
Hakir görme, tahkir etme, aşağılatma, hor görme. |
İDHAŞ |
Korkutma, dehşet verme, dehşetlendirme. |
İDHİMAM |
Siyah olmak. * Ekinin susuzluktan dolayı siyah görünmesi. |
ÎDÎ |
Bayramla alâkalı. |
İDİL |
Fr. Kır hayatını mevzu yapan nazım veya nesir yazı. |
ÎDİYYE |
Bayramlık. * Divan Edebiyatı şairlerinin bayram vesilesiyle büyüklerin medhine dair yazdıkları kasideler. * Bayram kutlaması. |
İDKAK |
(Dekik. den) Ezme, ufaltma, küçültme. |
İDLA' |
Delil gösterme. * Kovayı suya sarkıtmak. |
İDLA' |
İhraç etmek, çıkarmak. |
İDLAC |
Gecenin ilk saatlerinden geç vakte kadar gitmek. |
İDLAL |
Naz etmek. * Çok nazlanmak. |
İDLAL |
(Bak: Idlal) |
İDLİHAM |
Galip olmak. * İhâta edip kaplamak. |
İDLİ'MAM |
Kararmak. |
İDLİVLA' |
Evmek, acele. |
İDMA' |
Kan alma. * Kanatma. |
İDMAC |
Bir şeyi bir şeyin içine koymak. * Sıkıştırmak. |
İDMAG |
Bir şeye muhtaç ve muztar eylemek. |
İDMAN |
Alıştırmak. Bir şeyde meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket yapmak. * Beden terbiyesi. Jimnastik. |
İDMAN-I BEDEN |
Beden idmanı, jimnastik. |
İDNA' |
Yakın etmek, yaklaştırmak. |
İDRA |
Def etmek. * Bildirmek. Bildirilmek. |
İDRAB |
(Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak. * Bir kimse üzerine kırağı yağmak. * Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak. * Ekmeğin pişmesi. (Kamus'tan alınmıştır.) |
İDRAC |
Dercetmek. Dürmek. * Bir yazıyı bir yere koydurmak. |
İDRAK |
Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek.(Maalesef insanlar teâvün sırrını idrak edememişler, hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar! İ.İ.) |
İDRAK-İ DAKİK |
İnce idrak. |
İDRAK-İ MAÂLÎ |
Büyük mes'eleleri ve sırları kavramak, akıl erdirmek. |
İDRAKAT |
(İdrak. C.) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler. |
İDRAR |
Sidik. Bevl. * Çokça akıtmak. * Devamlı vermek. |
İDRARAT |
(Derr. C.) Gelirler. Vâridat. Tahsilat. |
İDRİHMAM |
İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak. |
İDRİK |
Dağlarda çok olan bir yemiş. |
İDRİMAC |
Bir yere girip gizlenmek. |
İDRİS (A.S.) |
Hz. Adem'in (A.S.) evlâdlarından ve Kur'anda ismi zikredilen, ilk yazı yazan, terzilik yapan peygamber (A.S.) (Bak: Meratib-i hayat) |
İF |
Vakit. |
İFA' |
Çocuğun büyümesi. |
İ'FA' |
Çoğaltmak. * Terketmek. |
İFA |
Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak. |
İFA-Yİ VAZİFE |
Görevini yapma, vazifesini yerine getirme. |
İFAD |
Bir kimseyi elçilik (sefirlik) vazifesiyle gönderme. |
İFADAT |
(İfâde. C.) Anlatmalar. İfadeler. |
İFADAT-I LÂZİME |
Gerekli ifadeler. |
İFADE |
Anlatmak. Söylemek. * Fayda vermek, fayda tutmak. |
İFADE-İ CEBRİYYE |
Zoraki ifade. * Mat: Cebir işaretleri ile maksadını anlatma. |
İFADE-İ MERAM |
Dilek ve maksadını anlatmak. |
İFADE-İ ŞİFAHİYYE |
Ağızdan söyleyerek, şifahî olarak ifade ederek. |
İFADE-İ TAHRİRİYE |
Yazı ile anlatış. |
İFAHA |
Yellenmek. |
İFAHE |
Kan fışkırtma. * Kanatma. |
İFAKAT |
(Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman. * Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma. |
İFAKAT-PEZİR |
f. İyileşmesi mümkün, iyileşebilir. |
İFAKAT-YÂB |
f. İfakat bulucu, iyileşen. |
İFAKAT-YAFT |
f. Sıhhat bulan, iyileşen, hastalıktan kalkan. |
İFAL |
Sür'atle gitmek, hızla gitmek. * Uzaklaşmak, ırak olmak. |
İFASA |
Yumuşak söylemek. * Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak. |
İFATE |
(Fevt. den) Kaybetme, kaçırma, elden çıkarma. |
İFATE-İ FIRSAT |
Fırsatı kaçırma. Fırsatı değerlendirememe. |
İFATE-İ VAKT |
Vakit kaybetme, zaman harcama. |
İFAVE |
Çorbanın iyisi. * Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük. |
İFAZA |
(Feyz. den) Bereketlendirmek. Feyz vermek. Bol bol dağıtmak ve akıtmak. Taşıp yayılmak. |
İFAZA-BAHŞ |
f. Feyizlendiren, feyiz aldıran. |
İFAZE |
(Fevz. den) Maksada erdirmek. Merama kavuşmak. Zaferyâb eylemek. |
İFCA' |
Geçimini genişletme. |
İFCAC |
Kuş cıvıldaması, kuş ötmesi. |
İFCAC-I TUYUR |
Kuşların cıvıldayışı. |
İFCAR |
Fecir vaktine girme. * Bir kimseyi fâcir sayma. |
İFDA' |
Fidye kabul etme. |
İFCAS |
Mânâsız ve münasebetsiz şeylerle kibirlenme. |
İFDA' |
Sahraya çıkmak, çöle çıkmak. |
İFDAH |
(Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma. |
İFDAL |
(Fadl. dan) Lütuf ve bağış. İhsan. |
İFFET |
Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek. Helâla razı olup haramdan kaçınmak. |
İFFET-FÜRUŞ |
f. Namus ve iffetten söz eden. Namusluluk taslayan. |
İFFETLİ |
(İffetlü) Namus, hayâ ve iffet sahibi kadın. * Doğru, rüşvet yemez, haram yemez, istikametli kimse. * Eskiden kadınlara yazılan mektub hitabı. |
İFHA' |
Unutmak. |
İFHAC |
Davarın ayaklarını ayırıp sağmak. |
İFHAH |
Âciz bırakma. |
İFHAK |
Doldurmak. |
İFHAM |
İkna edip sükût ettirmek. Delil göstermekle ve isbat etmekle galip gelmek. |
İFHAM |
Bildirmek. Anlatmak. Maksadı bildirmek. |
İFHAM |
Ulu etmek, yüceltmek. |
İFHAR |
Şereflendirmek. Şeref vermek. Fahirlendirmek. |
İFHAŞ |
(Fuhş. dan) Kötü ve fena söyleme. |
İFK |
Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira. |
İFKA' |
Fakir ve kötü durumda bulunma. |
İFKAD |
Kaybettirme, kazandırmama. |
İFKAH |
Öğretme. |
İFKAR' |
Fakir düşürme, fakirleştirme. * Hayvanı kirâya verme. |
İFLA' |
Sütten ayırma, memeden kesme. * Yabana kaçma. |
İFLAH |
Mübarek ve muvaffakiyetli olmak. Selâmete çıkmak. Felâha kavuşmak. * Nimette dâim ve kararlı olmak. (Bak: Felah) |
İFLAK |
şiir okurken fesahat üzerine olmak. * Mâna ve kelime icad etme. |
İFLAL |
Gidermek. * Yağmur gelmeyen yere yetişmek. |
İFLAS |
Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak. * Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi. |
İFLAS |
Sıyrılıp kurtulmak. |
İFLAT |
Kement veya bağdan kurtulup kaçma. |
İFLİLAK |
Yer yüzünü bulut kaplamak. |
İFNA' |
Mahvetmek. Tüketmek. Kıymetini kaybetmek. Çok zarar etmek. Yok etmek. |
İFNA-Yİ BEDEN |
Vücudu yok etme, öldürme. |
İFNA-Yİ HAYAT |
Hayatını sarf edip bitirmek. Hayatını yok etmek. |
İFNA-Yİ MAÂL |
Malını sarfetme, malını ifnâ etme. |
İFRA' |
Kesmek. * Yarmak. |
İFRAC |
Açılma. * Ayrılmak. * Genişletmek. * Açmak. |
İFRAC-ÜL BÂHİRE |
Geminin kıyıdan veya iskeleden açılması. |
İFRAD |
Tek olarak söylemek. * Ayırmak. * Göndermek. Yollamak. |
İFRAG |
Bir halden başka bir hale sokma. Kalıba dökmek. Şekil vermek. * Boşaltmak. Akıtmak. Dökmek. Câri kılmak. |
İFRAH |
Ferahlandırmak. Memnun etmek. |
İFRAH |
Belirsiz bir şeyi belirtme. * şübhe ve tereddütü giderme. * (Kuş) yavrulama. * (Tohum) yeşerme. |
İFRAM |
Doldurma, doldurulma. |
İFRAR |
Kaçırmak. Kaçırılmak. Firara mecbur etmek. |
İFRAS |
Fırsat ele geçme. |
İFRAŞ |
Zemmetme, kötüleme, çekiştirme. * Serip döşetme. |
İFRAT |
Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek. * Takatinden ziyade iş vermek. (Tefrit'in zıddı) |
İFRAT-I NEŞAT |
Sevinç coşkunluğu, sevinçten dolayı çoşma. |
İFRATKÂR |
f. Pek ileri giden. Haddini aşan. |
İFRAT Ü TEFRİT |
Birbirine tamamıyla ters olan iki uç. Çok fazla ve çok az. |
İFRAZ |
Ayırmak, tefrik etmek. Ayrılmak. |
İFRAZ |
f. Yükseklik. Rif'at. İrtifa'. |
İFRAZ |
Vazifeye tayin etmek. * Farzedip vermek. |
İFRAZAT |
Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler. |
İFRAZCİYAN |
Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. |
İFRAZ HAZİNESİ |
Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de "Bodrum Hazinesi" denilirdi. |
İFRİNKA' |
Parmak çıtırdatma. * Gidermek. * Ayırmak. |
İFRİT |
Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins. * Mc: Korkunç, kızgın ve öfkeli insan. |
İFRİZ |
Dam saçağı. |
İFSAD |
Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak. |
İFSAD-I Mİ'DE |
Mideyi bozma. |
İFSADAT |
(İfsad. C.) İfsadlar, kargaşalıklar, fesada uğratmalar. |
İFSAH |
Açmak, genişletmek. |
İFSAH |
Fesahatla konuşmak. Açık ve düzgün söz söylemek. |
İFSAH |
Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal etmek. |
İFSAM |
Hastanın ateşinin düşmesi. * Kesilip bitme, tükenme. * Yağmurdan sonra hava açılma. |
İFŞA |
(C.: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak. |
İFŞA-Yİ RAZ |
Sırrı açıklama. |
İFŞAAT |
(İfşa. C.) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar. |
İFTA |
Fetva vermek. (Bak: Fetva) |
İFTAH |
Açmak. Fethetmek. (Bak: Feth) |
İFTAH |
Seğirtme. * Sık nefes alma, hızlı hızlı soluk alma. |
İFTAL |
f. Dağınık. * Yırtık, aralık, yarık. |
İFTAM |
Memeden ayırma, sütten kesme. |
İFTAN |
Fitneye düşürme. * Ayartma. |
İFTAR |
Oruç açmak. Oruç açılırken yenen yemek. (Zıddı: İmsak) |
İFTARİYYE |
İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, vüzera, eşraf ve âyân konaklarında, davetlilere iftardan sonra diş kirası namıyle verilen bahşiş, para. |
İFTİAL |
Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak. * Arabçada beş harfli fiilin birinci babı. * Yalan düzmek, iftira etmek. |
İFTİAL |
Fal tutma, fala bakma. |
İFTİAT |
Başa tülbent sarmak. |
İFTİCA' |
Birdenbire, ansızın olma. |
İFTİDA' |
(Fidye. den) Fidye vererek esirlikten kurtulma. |
İFTİDAH |
(Fadâhat. den) Kırma, kırıp ufalama. * Maskara olma, rezil olma. |
İFTİHAM |
(Fehm. den) Kavrama, anlama. Fehmetme. |
İFTİHAR |
Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek. * Başkasının iyi bir hali ile sevinmek. (Bak: Tahdis-i ni'met) |
İFTİHARİYYAT |
İftihar yoluyla söylenen sözler. |
İFTİHAR MADALYASI |
Padişaha sadakat gösterenlere, tarım ve san'atın ilerlemesine çalışanlara, yangın ve sâri hastalık anında devlet ve millete büyük hizmetleri dokunanlara verilmek üzere II. Abdülhamid'in irade-i seniyesiyle altın ve gümüşten olmak üzere çıkarılan madalya. (1886 ve 1887) Madalyanın ön yüzünde yukarı kısmında şualar içinde tuğra ve alt kısmında Osmanlı arması; diğer yüzünde defne dalı arasında bir boş saha vardır. Buraya, madalyanın sahibi olacak şahsın adı yazılırdı. Kırmızı renkli kurdele ile göğsün sol tarafına takılırdı. Sahibinin ölümünde vereseye intikal etmez, hükümete geri verilirdi. |
İFTİHAS |
Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme. * İmtihan etme, deneme. |
İFTİKAD |
Arayıp sormak. * Kaybolmak. |
İFTİKAK |
(Fekk. den) Rehinden kurtarma, rehinden çıkarma. |
İFTİKAL |
Çok çalışma, bir işte çok fazla emek harcama, pek fazla gayret sarfetme. |
İFTİKAR |
Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük. |
İFTİLA' |
Otlatma. |
İFTİLAK |
Taaccüb etmek, şaşırmak. |
İFTİLAL |
Bükülme. * (Asker) muharebeden yılma. |
İFTİLAT |
Ansızın bir işe girişme. * Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme. |
İFTİLAZ |
Kesmek, kat'. * Bir kimsenin bir parça malını almak. |
İFTİNAN |
Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme. * Fitneye düşmek. * Âşık olmak. |
İFTİRA |
Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek. |
İFTİRAAT |
(İftira. C.) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler. |
İFTİRAK |
Perişan olmak. * Ayrılmak, dağılmak. Hicran. |
İFTİRAK-I İZAM |
Kemiklerin dağılması. |
İFTİRAKAT |
Ayrılıklar. İftiraklar. Parçalanmalar. |
İFTİRAR |
Gülmek. |
İFTİRAS |
Yırtmak. Parçalamak. Yırtıp parçalamak. * Zorla yere yıkmak. |
İFTİRAS |
Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek. |
İFTİRAŞ |
İzine uyma. * Namusa dokunur söz söyleme. * Yayılma. * Cima. * Döşemek. |
İFTİRAZ |
Farz kılma, vacib kılma. |
İFTİSAD |
Neşter ile kan aldırma. |
İFTİSAL |
Sütten kesilme, memeden ayrılma. * Fidanı çıkarıp başka yere dikme. |
İFTİTAH |
(Fetih. den) Açmak, başlamak, fethetmek. Zabtetmek. |
İFTİTAH TEKBİRİ |
Namaza başlarken alınan tekbir. Namaz, her nevi dünya meşguliyetinden alâkayı keserek kılındığı için, Allahü Ekber diye iftitah tekbirini alarak namaza başladıktan sonra ibadet esnasında dünya işi haram olup namazı bozar. Bu mâna için bu tekbire, tahrime adı da verilir. |
İFTİTAN |
(Fitne. den) Fitneye uğrama. * Aldatmak. * Azdırmak. |
İFTİYAK |
Fakirleşmek, yoksullaşmak. |
İFTİYAL |
Fal tutma. |
İFTİYAT |
Düşünmeden bir işe başlama. * Bir şey kaybolup gitme. |
İFTİZAH |
(Bak: İftidâh) |
İFZA' |
Korkutmak. * Güç olmak. |
İFZA' |
Medet etmek, yardım etmek. * Korkutmak. |
İFZAH |
(Fazih. den) Kusuru, kötülüğü, ayıbı açığa vurma. |
İG |
Koku, rayiha. |
İĞ |
Yün, pamuk vs. kıvırmağa mahsus iğne. |
İGAL |
Acele ile bir kimseyi bir yere sokma. * Uzaklara gitme. |
İGAME |
Havanın bulutlu olması. |
İGARE |
Yağma etmek, hücum etmek. * Teşvik etmek. Gayrete getirmek. Acele etmek. |
İGASE |
İmdada yetişmek, yardım etmek. |
İGAZA |
Kızdırma, darıltma. |
İGBAB |
Korkmak. * Bir gün görüp bir gün terketmek. |
İGBİRAR |
Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak. |
İGDAB |
Gadablandırmak, kızdırmak, öfkelendirmek. |
İĞDE |
Kızılcığa benzer bir meyve ve bu meyveyi veren ağaç ve çiçeği. |
İGDİDAN |
Saç uzamak. * Ot yeşermek. |
İGDİN |
Bozulmuş, kokmuş, cılık (yumurta). |
İĞDİŞ |
f. Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at. Melez. |
İĞERÇİN |
Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu. |
İGFA' |
Uyuklamak. |
İGFAL |
(C.: İgfalât) Dikkatsizlikle terkettirmek. * Gaflette bırakmak. * Kandırmak. Aldatmak. |
İGFALAT |
(İgfal. C.) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar. |
İGFALİYYAT |
Yanıltıp aldatmak için söylenen sözler. |
İGLA' |
Pahalandırma, fiatını yükseltme. * Kaynatma. |
İGLAF |
(Gılaf. dan) Kınına sokma, kılıfa koyma. |
İGLAK |
Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak. * Zorla iş yaptırmak. * Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme. |
İGLAKAT |
(İglak. C.) Muğlak yapmalar. * Karışık ve anlaşılmaz sözler. |
İGLAT |
(Galat. dan) Yanlışa götürme. |
İGLAZ |
(Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme. |
İGLAZAT |
(İglaz. C.) Kaba ve galiz söyleme. |
İGLİNTA' |
Vurmakla ve sövmekle üstün gelip galebe etmek. |
İGLİVVAT |
Lâzım olmak, icab etmek. |
İGMA' |
Bayılma, baygınlık, kendinden geçme. |
İGMAD |
Kınına sokma, kılıfına koyma. * Birçok şeyleri bir yere tıkma. |
İGMAD-I SEYF |
Kılıcı kınına sokma. |
İGMAM |
Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek. * Gökyüzünün bulutlu olması. |
İGMAR |
Batırmak. |
İGMAZ |
Ayıplamak. Kınamak. Tahkir etmek. |
İGMAZ |
Müsamaha etmek. Görmemezliğe gelmek. |
İGMAZ-I AYN |
Göz yummak. Aldırmamak, görmemezlikten gelmek. |
İGNA' |
Ganileştirmek. Zengin etmek. * Kifâyet edip bir şeyin yerini tutmak. |
İGNAN |
Ot çok olmak. |
İĞNEDAN |
İğne koymağa mahsus küçük kutu. |
İĞNELEMEK |
t. İğne ile delmek. * Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek. * Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak. |
İĞNELİ FIÇI |
Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden yer. |
İGRA |
Rağbetlendirmek. Teşvik etmek. Hırsını tahrik etmek. |
İGRAB |
Uzak yerlere yolculuk etme. * Garb (batı) tarafına gitme. |
İGRAD |
Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme. |
İGRAK |
Suya batırmak, boğmak. * Kabı doldurmak. * Edb: İmkânsız bulunan mübalâğa. |
İGRAKAT |
(İgrak. C.) Mübalâğalar, iğraklar, aşırı büyültmeler. |
İGRAKİYYAT |
Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler. |
İGRAM |
Borç ödetme. |
İGRAR |
Batırmak. |
İGRAS |
Ağaç dikmek. Toprağa gömmek. |
İGRAZ |
Doldurmak. * Taze hamurdan ekmek yapıp misafire yedirme. |
İĞRETİ |
t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran. * Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici. * Fıtrî olmayan, sahte, sun'î. |
İGRİK |
Çok bağırıp böğüren (hayvan). |
İGRİZ |
Kabuğundan henüz çıkan çiçek. |
İGSAS |
Güzel yemekler yedirme. |
İGSAS |
Sıkıştırma, tazyik etme. * Bir yer ahalisini sıkıntıya düşürme. |
İGŞA |
Örtmek. Bürümek. Kapamak. Perdelemek. |
İGŞAŞ |
Acele ettirme. * Kışkırtma, tahrik etme. |
İGTA' |
Ağacın dalları uzayarak yerlere sürünme. * (Asma) yeşerme. |
İGTAŞ |
Karanlık olmak. |
İGTİBAK |
Akşam vaktinde şarap içmek. |
İGTİBAT |
Refahlı, sürurlu ve zengin olmayı temenni etmek. |
İGTİFAR |
Mağfiret olunma. * Şüyu' bulma. |
İGTİLA' |
Hızlı ve sür'atli yürüme. Çabuk yürüme. |
İGTİLAF |
Kılıf içine girme, gılaflanma. |
İGTİLAF-I SEYF |
Kılıcın kınına girmesi. |
İGTİLAL |
Hayvanın çok susaması. * Elbiseleri üst üste giyme. * İçme. * İyi sağılmadığı için (koyun) hastalanma. |
İGTİLAM |
Hırs ve şehvetin galip gelmesi. * Muzdarib olmak, acı çekmek. |
İGTİMAD |
(Gamd. dan) (Kılıç) kılıfına girme. * Karanlıkta görünmez olmak. |
İGTİMAM |
Tasalanmak. Kederli olmak. |
İGTİMAS |
Hor ve hâkir görme. * Nankörlük. |
İGTİMAS |
Suya dalma. |
İGTİMAZ |
Gözünü kapatma, gözünü yumma. Uyuma. |
İGTİMAZ |
Birini çekiştirme, bir kimsenin aleyhinde bulunma. |
İGTİNA' |
(Gınâ. dan) Zenginleşme, zengin olma. |
İGTİNAM |
Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek. |
İGTİNAM-I FIRSAT |
Fırsatı yakalama, fırsattan istifade etme. |
İGTİRAB |
(Gurbet. den) Gurbete gitme. * (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma. * Göz önünden kaybolma. |
İGTİRAF |
Avuçla su içme, eliyle su alma. |
İGTİRAK |
(Gark. dan) Suya batma, gark olma, suda boğulma. * Soluğu kuvvetle içe çekme. |
İGTİRAM |
Borç, diyet veya cerime verme. |
İGTİRAR |
(Gurur. dan) Aldanma, iğfâl olunma. * Gururlanma. Kibirlenme, böbürlenme. Güvenilmeyecek şeye güvenme. * Gaflette olma, gafil bulunma. |
İGTİRAREN |
Güvenerek, mağrur olarak. |
İGTİSAB |
Gasb etmek. Başkasının malını zorla elinden almak. |
İGTİSABAT |
(İgtisab. C.) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar. |
İGTİSAL |
Yıkanmak. Gusletmek. (Bak: Gusül) |
İGTİŞAŞ |
Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak. * Birisinin fena telkinini kabul etmek. |
İĞTİŞAŞAT |
(İgtişaş. C.) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar. |
İĞTİTA' |
Örtünme, bir şeye sarınma. |
İGTİYAB |
Gıybet etmek. Zemmetmek. Yermek. |
İGTİYAL |
Baskın yapıp öldürme. |
İGTİYAR |
Faydalanma, istifâde etme. * Azık edinme. |
İGTİYAZ |
Gazaba gelme, kızma, öfkelenme. |
İGTİZA |
(Gızâ. dan) Beslenme, gıdalanma. |
İGTİZAB |
Gücenme, kızma, gazaba gelme, darılma. |
İĞTİZAL |
İplik eğirme. |
İGVA' |
Ayartmak. Azdırmak. Baştan çıkarmak. |
İGYAL |
Hâmile kadının sütünü vermesi. |
İGYAM |
Havanın bulutlu olması. |
İGZA' |
Görmemezliğe gelme. |
İGZA' |
(Gazâ. dan) Savaştırma. Gazâ ettirme. Muharebeye gönderme. |
İGZAB |
(Gazab. dan) Gazaba getirme, hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme. |
İGZAF |
Gece çok karanlık olmak. |
İGZAL |
Eğirmek. |
İHA |
Sevketme, gönderme. |
İHAB |
Ham deri. |
İHAB |
Verme, bağışlama. |
İHAFE |
Korkutmak. Havf ettirmek. |
İHAKE |
Te'sir etme. * Kesme. |
İHALE |
Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek. * Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek. * Zayıf addetmek. * Muhal söz söylemek. |
İHALETEN |
İhale ederek, ihale suretiyle. |
İHAM |
Vehme düşürmek, vehimlendirmek. * Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak. |
İHAM-I KABİH |
Edeb ve terbiye dışı anlamı bilerek kullanma. Sözü edeb ve terbiyeye aykırı bir mecazî mânâya getirme. |
İHAME |
Çadır kurma. |
İHAN |
(Vehn. den) Bir kimseyi zayıf, kuvvetsiz tutma. Güçsüzlendirme. * Hor görme, tahkir etme. |
İHAN |
(İhnet. C.) Kızgınlıklar, öfkeler, gazablar, dargınlıklar. |
İHANET |
(Hevn. den) Alçak ve hakir addedip itibar etmemek, kıymet vermemek. * Hainlik. Haksızlık. Kötülük. |
İHANET |
Helâk etmek. Öldürmek. Mahvetmek. |
İHASE |
Toprağı kazarak bir şeyler arama. |
İHAŞ |
Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme. |
İHAŞE |
Avı, tuzağa düşürebilmek için sürüp götürme. |
İHATA |
Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. * Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak. |
İHATAVÎ |
İhata edecek şekilde. Kaplayıp içine alacak yolda. |
İHAZE |
Kalkanın elle tutulacak olan yeri. * Timar. Hükümdarın verdiği arazi. |
İHBA' |
Örtmek, saklamak, gizlemek. * Ateşi basıp söndürmek. |
İHBAB |
Muhabbet etmek. Sevgisini göstermek. |
İHBAK |
Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme. |
İHBAL |
Gebe koyma, hâmile yapma. * Çiçekler dökülüp meyve tutma. |
İHBAR |
Haber vermek. Haber almak. Alınan haber. Anlatmak. (Bak: Ahbâr) |
İHBAR-I GAYBÎ |
Gayıbdan verilen haber. Geçmiş zamandan veya gelecekten verilen haber. (Bak: Ahbar) |
İHBARAT |
Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler. |
İHBARÎ |
Haberle alâkalı. Haber vermeğe dair. * Gr: Bir işin ne zaman olacağını bildiren fiil. |
İHBARİYYAT |
Haberle alâkalı, habere âit cümleler. |
İHBARİYYE |
Haber vermek işi. * Kaçak veya kayıp eşyayı haber verene mükâfat olarak verilen para. |
İHBARNAME |
f. Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. * Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. * Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair resmi bir daireden gönderilen ihtarnâme. |
İHBAS |
Eteğinde bir şey gizleme. * Hapsetme. * Vakfetme. Hayır yollarında mal ve hayvan bağışlama. |
İHBAS |
Birinin hakkını yeme. |
İHBAT |
Huşu ve tevazu etmek. |
İHBAT |
Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak. * Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek. * İşin karşılığını vermek. * Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek. |
İHBAT |
Koşturmak. |
İHCAC |
Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana "Âmir, menub veya mahcucun anh" da denir. |
İHCAF |
Noksanlık, eksiklik, kusurluluk. |
İHCAL |
(Hacl. den) Utandırma. |
İHCAM |
Bir şeyden korkarak vaz geçme, dönme. cayma. Men olunma. |
İHDA |
(Müennes) Bir. Ehad. |
İHDA |
İman ve İslâmiyet yolunu göstermek. Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Allah rızasına uyan yola girmesine vesile olmak. * Hediye etmek. Armağan yollamak. |
İHDA AŞER |
Onbir. |
İHDAD |
(Gövdenin) derisi şişme. |
İHDAD |
Keskinleştirme. |
İHDAF |
Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak. |
İHDAİYYE |
Hediye etme vesilesiyle yazılan yazı. |
İHDAL |
Islatma. |
İHDAR |
(Hadr. dan) Tıb : Bir organın hissini iptal etme, uyuşturma. * Kızı yaşmaklandırma, ferace giydirme. |
İHDAR |
(Heder. den) İptal etme, battal etme, hükümsüz bırakma. * Boşa harcama. |
İHDAR-I DEM |
Huk: Maktulün (öldürülmüş olan kimsenin) diyetini katilden (öldürenden) aldırmamak. |
İHDAS |
Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak. (Bak: İbda', Hudus) |
İHEVAT |
(İhve. C.) Samimi ve sâdık arkadaşlar. Candan dostlar. * Tarikat arkadaşları. |
İHFA |
Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek. * Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek. |
İHFAF |
Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak. |
İHFİK |
Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar. |
İHFİK-ÜL ARZ |
Yer yarığı. |
İHKAB |
Arkası kesilme. |
İHKAD |
Başka bir kimsede garaz ve kin uyandırma. |
İHKAK |
Mazlumun hakkını zâlimden almak. Hakkı yerine getirmek. Hak ile hasmına galib olmak. |
İHKAK-I HAK |
Haklıya hakkını vermek. Hakkı, usülü dairesinde yerine getirmek. |
İHKÂM |
Manen tahkim etmek. Sağlamlaştırma. Muhafaza ile fesaddan menetmek. |
İHKAR |
Rezil ve rüsvay etme. |
İHLA |
Boş bırakma. Boşaltmak, hâli kılmak. |
İHLA-İ SEBİL |
Yolunu açık bırakma. |
İHLA' |
(Hulv. den) Tatlılandırma. |
İHLAF |
Yemin vermek. Yemin etmek. * Yok etmek. Telef etmek. |
İHLAK |
(Helâk. dan) Harcama, tüketme, bitirme. * Yok etme, helâk etme, öldürme. |
İHLAL |
(Mahal. den) Yer değiştirmek. Vermek. Yerleştirmek. * Helâl kılmak. |
İHLAL |
(Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek. * Birini ihtiyaç içinde bırakmak. * Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek. |
İHLAS |
Müşteriyi aldatmak. Müflis olmak. |
İHLAS |
(Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. * Sırf Allah emretmiş olduğu için ibadet etmek. Yapılan ibadet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakiki ve esas gaye etmeyerek yalnız ve yalnız Allah rızasını esas maksat ve gaye edinmek. İnsanlara riyakârlıktan, gösterişten uzak olmak.(Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde, en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarik-i hakikat, en makbul bir duâ-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet ihlastır....Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakiyet ile değildir. Çünkü onlar vazife-i İlâhiyyeye ait olduğu için istenilmez; belki bazan verilir. Evet, bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü, bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur. Hem, ihlas ve hakperestlik ise, müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa benden ders alıp sevap kazandırsınlar düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir. L.)(Cay-ı ibret bir hâdise: Bir vakit İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, bir kâfiri yere atmış. Kılıncını çekip keseceği zaman, o kâfir O'na tükürmüş. O kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir, O'na demiş ki: "Neden beni kesmedin?" Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlasım zedelendi. Onun için seni kesmedim." O kâfir, O'na dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Mâdem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır." dedi. M.) |
İHLAS-MEND |
f. İhlaslı, ihlas sahibi, temiz kalbli. |
İHLAS-MENDANE |
f. Temiz yürekli kimseye yakışır şekilde, ihlaslı kişiye uygun tarzda. |
İHLAS-MENDÎ |
f. İhlaslılık, temiz kalblilik. |
İHLAS-PERVER |
f. İhlas sahibi, temiz kalbli. |
İHLAS-PERVERANE |
f. Temiz yürekli, ihlas sahibi bir kimseye yakışacak surette. |
İHLAS-PERVERÎ |
f. Temiz yürekli, ihlas sâhibi olma. |
İHLAS SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'de şirkin ve küfrün envâını reddedip, tevhidi ilân eden $ diye başlayan 112. Sure.Bu sureye: Esas, Tevhid, Tefrid, Tecrid, Necat, Velâyet, Marifet, Samed, Muavvize, Mazhar, Berâe, Nur, İman suresi de denilmektedir. Maâni, Müzekkire gibi isimleri de vardır. (E.T.) |
İHLİL |
Erkek tenasül organının deliği, sidik yolu. Sidik deliği. * Kadınlarda memede sütün aktığı yer. |
İHMA |
Bir şeyi ateşte kızdırma. |
İHMAD |
Ateşin alevini söndürmek. |
İHMAL |
Bir şeyi yüklemesi için yardım etmek. Yükletilmek. |
İHMAL |
Ehemmiyet vermemek. Yapılması lâzım bir işi sonraya bırakma. Dikkatsizlik. Başlayıp bırakmak. Terk etmek. |
İHMALCİ |
t. Dikkat etmeyen, dikkatsiz, müsamahacı. |
İHMALKÂR |
f. İhmalci, işine dikkat etmeyen. |
İHMAM |
Kederlendirmek. Mahzun etmek. * İhtiyarlatmak. |
İHMİRAR |
Kızarmak. Kızıllık. * Kızıl hastalığı. |
İHN |
Yün. Renkli yün, renkli kumaş. |
İHNA' |
Acıma, merhamet etme, şefkat etme. |
İHNAC |
Bir şeyi bir yana eğme. |
İHNAK |
(Hunk. dan) Boğma. |
İHNAK |
(Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma. |
İHNET |
Gazap, öfke. Hiddet. * Kalb katılığı. * Kin bağlamak. |
İHRA' |
Eksiltme, azaltma, noksanlaştırma. |
İHRAB |
Harâb etme, perişan etme. |
İHRAB |
Kavgayı kızıştırma, muharebeyi alevlendirme. |
İHRAB |
Kaçma zorunda bırakma. * Çalışma, azmetme, didinme. |
İHRAC |
Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak. |
İHRACAT |
(İhrâc. C.) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak. * Çıkarmalar. İhraç etmeler. |
İHRAK |
Ateşe atmak. Yakmak. Yandırmak. * Bulamaç yapmak. |
İHRAK |
Akıtma, dökme. |
İHRAK-I DÜMU' |
Gözyaşı akıtma, ağlama. |
İHRAKAN |
Yakmak suretiyle. |
İHRAK Bİ-N-NAR |
Ateşte yakma. |
İHRAM |
Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise. * Yün yaygı. Büyük yün çarşaf. * Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan sakınmak. |
İHRAS |
Dilsiz olmak. Dilsiz kalmak. |
İHRAZ |
Nail olmak. Erişmek. * Kazanmak. Kesbetmek. * Birisini güzel bir surette korumak. |
İHRİZ |
Bitkin, dermansız. Kımıldanmağa ve bir şey yapmağa hâli ve mecâli olmayan. |
İHSA |
Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım. * Kandırmak, aldatmak. * Zaptetmek. * Ezber etmek. * Fehmetmek. İdrâk eylemek. |
İHSA' |
Hayvan tezeği yakma. |
İHSA' |
Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme. |
İHSAB |
Ucuzlama, fiattaki azalma. |
İHSAD |
Ekin veya ot biçme veya biçtirme. Hasâd etme. |
İHSAÎ |
Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait. |
İHSAİYAT |
İstatistik. İstatistiğe ait mâlumatı toplama ilmi. |
İHSAN |
İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik etmek, cömertlik yapmak. * Allah'ı görür gibi ibadet etmek. * Güzel bilmek. Güzel eylemek. |
İHSAN |
(Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek. * Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak. * Ehl-i azamet olmak. |
İHSANAT |
(İhsan. C.) İhsanlar, lütuflar. |
İHSANDİDE |
(C.: İhsandidegân) f. İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu görmüş, minnettar. |
İHSAN-DİDEGÂN |
(İhsandide. C.) İyilik görmüş olanlar, bahşiş almış kimseler, minnettar bulunanlar. |
İHSANEN |
İhsan suretiyle. Bağışlayarak, lütuf ve iyilik ederek. |
İHSANNAME |
f. Edb: İltifat mektubu. İltifat ve tahsini hâvi yazılan mektub. |
İHSANPERVER |
f. İhsan edici. İyiliği çok sever.(İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tembel eder. Çingeneliğe alıştırır. Elhasıl, millet bâkidir, fert fâni!) (Münazarat) |
İHSAR |
(Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak. * Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men edilmesi. Böyle men edilen zâta "muhsar" denir. * Kısaltma, kısalma. * Sıkıştırma. |
İHSAS |
Hissetmek. Hissettirmek. Açık anlatmadan kapalıca bahsetmek. * Bulmak. Görmek. Bilmek. Zannetmek. İdrak etmek. Duyurmak. |
İHSAS |
(Hisse. den) Pay ayırmak. Hisse vermek. * Azletmek. |
İHSAS-I GANAİM |
Düşmandan ele geçirilen ganimet mallarını paylaşma. |
İHSAS |
Kandırmak, tergib, teşvik etmek. |
İHSAS |
Aşağılık işler yapma. * Cimrilik, pintilik, hasislik. |
İHSASÎ |
Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı. |
İHSASİYYE |
Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik. |
İHŞA' |
Tevazu ve alçak gönüllülükle zorlama. |
İHŞAD |
(Halk) Birikme, toplanma, cem' olma. |
İHŞAM |
Utandırma, kızdırma. |
İHTA' |
Yanılma veya yanıltma. * Hatâya düşürme veya düşürülme. |
İHTAR |
Hatırlatmak. Dikkati çekmek. Tenbih. Uyarma. Kalbe gelen doğuş, ilham.(... Fakat dinî olmayan musibetler hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmanîdir. Nasıl ki, çoban gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır.L.) |
İHTARAT |
(İhtar. C.) İhtarlar, hatırlatmalar. * Dikkati çekmeler, tenbihler. |
İHTİBA' |
(Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme. |
İHTİBAK |
Kumaş ve bez dokuma. |
İHTİBAL |
(Habl. den) İpten yapılmış ağ ile tuzak kurma. |
İHTİBAR |
Yoklama. Deneme. Sınama. Tecrübe. |
İHTİBAS |
(Habs. den) Tutulma, tutukluk. * Hapsolunma, hapsetme. |
İHTİBAS-I BEVL |
İdrar tutukluğu, zorluğu. |
İHTİCA' |
Karşılıklı olarak birbirini hicvetme. |
İHTİCAB |
Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme. * Doğumun belirli zamanından fazla uzaması. |
İHTİCAC |
(C.: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek. |
İHTİCACAT |
(İhticac. C.) Delil, şahit göstermeler. |
İHTİCACEN |
Delil, şahit ve vesika gösterme yoluyla. |
İHTİCAM |
(Hacamet. den) Hacamet olma, kan aldırma. |
İHTİCAN |
Bir yerin etrafına duvar yapma, çit çekme. |
İHTİDA' |
Aldatmak. Hile yapmak. Oyun etmek. |
İHTİDA' |
Tevazu, alçak gönüllülük, mahviyet, mütevazilik. |
İHTİDA |
Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek. * Başkasına tekaddüm etmek. |
İHTİDAB |
Kına ile saç ve sakalı boyama. * Boyanma, renklenme. |
İHTİDAD |
Keskinleşmek. * Hızlanmak. * Azmak. * Hiddetlenmek. |
İHTİDAR |
Örtülenme, perdelenme, perde tutma. |
İHTİFA |
Gizlenme. Saklanma. |
İHTİFA' |
Çıplak ayakla yürüme. |
İHTİFAD |
Acele yapma, sür'atle ve çabuk olarak işleme. |
İHTİFAF |
Kuşatma, etrafını çevirme. * Yüzdeki kılları giderme, traş etme. |
İHTİFAL |
Hürmet ve saygı için büyük cemaat ile yapılan merasim. Cenaze alayı. |
İHTİFALAT |
(İhtifal. C.) Törenler, merasimler. * Cenaze alayları. |
İHTİFAR |
(Hafr. dan) Kazma veya kazılma. |
İHTİFAZ |
Darılma, küsme. * Bir şeyi nefsine hasretme. * Kendini sakınma, muhafaza etme. |
İHTİFAZ |
(Bastırarak) Aşağılatma. |
İHTİKA' |
Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği. * Dimağ heyecanı. |
İHTİKAK |
Hakkını istemek. Niza' etmek. Birbirine husumet etmek. Hapseylemek. * Fık: İki taraftan her birinin haklı olduğunu iddia etmesi. |
İHTİKAK |
(Hikke. den) Sürtünüp kaşınma. |
İHTİKAN |
Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması. * Şırınga kullanma. |
İHTİKAN-I DEM |
Vücudun bir tarafına kanın hücum etmesi. |
İHTİKAR |
Hor ve hakir görmek. Hakarete katlanmak. |
İHTİKÂR |
Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. * Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. * Vurgunculuk, bozgunculuk. (Bak: Muhtekir) |
İHTİKÂREN |
İhtikâr suretiyle, vurgunculukla. |
İHTİLA' |
Tenha yere veya halvete çekilme. * Taze ot koparma, biçme. |
İHTİLA' |
(Kadın) Nikâhı bozdurma. Kadın mehrinden vazgeçip veya çok para vererek kocasından boşanması. |
İHTİLAB |
Aldatma, kandırma. * Aldatılma, kandırılma. Hile yapılma. |
İHTİLAB |
Süt sağma. |
İHTİLAC |
Seğirtme. * Çarpıntı, çarpma. * Etler gevşeyip büzülme. * Havale nöbeti. |
İHTİLACAT |
(İhtilâc. C.) İhtilaclar, çarpıntılar, seğirtmeler. |
İHTİLACAT-I ASABİYE |
Asabî çarpıntılar. |
İHTİLAF |
(Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin halifesi olmak.(Eğer denilse: Hadiste $ denilmiş. İhtilaf ise, tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avâmı, zâlim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünki: Bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır. Hem, tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamiyle tezahür eder?Elcevab : Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yâni: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa'yeder. Başkasının tahrip ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilaf ise ki; garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır. Hadisin nazarında merduttur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler...İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer Hak namına olsa, haklılara melce' olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce'dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâşâ lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.Üçüncü suale deriz ki : Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; meksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat, tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfuruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz'da dahi nokta-i telâkisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahittir... M.) |
İHTİLAF-I DÂR |
Huk: Mirası bırakan ile vâristen her birinin başka başka ülkeler ahâlisinden olması. |
İHTİLAF-I DİN |
Biri müslim, diğeri gayr-ı müslim olmak gibi ayrı dinde bulunmak. Din ayrılığı miras almağa mânidir. Binaenaleyh gayr-i müslim, müslimin; müslim de gayr-i müslimin mirasına nâil olamaz. Fakat müslim olmayan milletler arasında din ayrılığı miras almağa mani değildir. |
İHTİLAF-I METALİ' |
Güneş, ay gibi gök cisimlerinin ufukta doğdukları yerin farklı oluşu. |
İHTİLAF-I RE'Y |
Fikir ihtilafı, fikirlerin başka başka olması. |
İHTİLAF-I RE'Y-İ ÜMMET |
Ümmetin re'y ayrılığı. Halkın fikirlerinin başka başka olması. |
İHTİLAFAT |
Anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar. İhtilaflar. |
İHTİLAF-DAR |
f. Huk: Mirasçı ile miras bırakanın ayrı ayrı memleketler halkından olması. |
İHTİLAK |
Tıraş etme veya edilme. |
İHTİLAK |
Huy ve tabiat edinme. * Yalan uydurma. |
İHTİLAKEN |
İhtilak suretiyle, yalan uydurarak. |
İHTİLAKIYYAT |
Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler. |
İHTİLAL |
(C.: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık. * Şerre çalışmak, düzensizlik. |
İHTİLAL-İ NİZAM |
Nizamın bozukluğu. |
İHTİLAL-İ UMÛR |
İşlerin karışıklığı, işlerin bozukluğu. |
İHTİLALAT |
(İhtilâl. C.) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller.(Bütün ihtilalât ve fesadın aslı ve mâdeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki kelimedir. O iki kelimenin imtizacından bomba gibi küre-i arz patladı. Ve izdivacından medeni insanlardan canavarlar doğdu.Birinci kelime : "Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!."İkinci kelime: "İstirahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim."Merhametsiz nefis-perest olan birinci kelime-i gaddâredir ki, âlem-i insanı zelzeleye getirip kıyameti kopmak üzeredir. Şu kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki; o da zekâttır ve zekâtın mükemmili olan sadakadır. Ve onun mütemmimi olan karz-ı hasendir.Haris, hodgâm, zalim olan ikinci kelimedir ki, beşerin terakkiyatını öyle sarsıyor ki, herc ü merc ateşine atmak üzeredir. Şu dahiye-i dehyânın tek bir devası var. O da hürmet-i ribadır ve faizin bütün vesailini hayat-ı içtimaiyeden ref' etmektir... Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya: "Yasaktır, girmeğe hakkın yoktur" der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi, daha müthişini yemeden dinlemeli!.. M.) |
İHTİLAM |
Uyurken cenabet olmak, düş azmak. Ergenlik. |
İHTİLAS |
(C.: İhtilasât) Çalma, sirkat, hırsızlık. * Usulca ve elçabukluğu ile aşırma. * Bir çeşit ok atma tavrı. |
İHTİLAS-İ VAKT |
İşlerin arasında vakit bulabilme. |
İHTİLASAT |
(İhtilas. C.) Hırsızlıklar, çalmalar, sirkatler. |
İHTİLASKÂR |
f. Çalan, aşıran, hırsızlık yapan. |
İHTİLASKÂRAN |
(İhtilaskâr. C.) Çalanlar, aşıranlar, ihtilas edenler. |
İHTİLASKÂRANE |
f. Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi. |
İHTİLAT |
Karışmak, karışıp görüşmek. |
İHTİLATGÂH |
f. İhtilat yeri. |
İHTİMA' |
(Himye. den) Perhiz. * Kaçınma, ictinâb etme. * Sığınma, himâyesine girme. |
İHTİMAL |
(Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek. * Kabul eylemek. * Yükselip götürmek. * İhsana mukabil şükretmek. * Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek. |
İHTİMAL-İ ZATÎ |
(Bak: İmkân-ı zatî) |
İHTİMALAT |
(İhtimal. C.) İhtimaller. Olması mümkün olan şeyler. |
İHTİMALAT-I BAİDE |
Uzak ihtimaller. |
İHTİMALAT-I KARİBE |
Yakın ihtimaller. |
İHTİMALAT-I KESİRE |
Pek çok ihtimaller. |
İHTİMAM |
Özenmek, fazla dikkat etmek. Gayret ve dikkat etmek. |
İHTİMAM |
Elem ve kederden uyuyamamak. * Perhizkârlık etmek, riyazette bulunmak. |
İHTİMAM |
Süpürmek, süpürülmek. |
İHTİMAM-I BEYT |
Evi süpürme, temizleme. |
İHTİMAR |
(Hamr. dan) Mayalanma, ekşiyip mayalanma. |
İHTİNAC |
Meyletme, bir tarafa yönelme, dönme. |
İHTİNAK |
(Hank. dan) Boğazın sıkılıp tıkanmasından dolayı nefes alamama. Boğulma. |
İHTİNÂK-I RAHM |
Eskiden, rahmin tıkanmasından dolayı olduğu sanılan ve kadınlarda görülen asabî bir hal ve hastalık. |
İHTİNAN |
Sünnet olma. |
İHTİRA' |
Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek. * Edb: Hiç kimse tarafından kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma. (Bak: Delil-i ihtira', İbda') |
İHTİRAB |
Savaşma, muharebe etme. |
İHTİRAÎ |
(C.: İhtiraiyyat) İcad ve ihtira ile alâkalı. |
İHTİRAK |
Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak. * Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması. |
İHTİRA'-KERDE |
f. Eşine rastlanmayan keşif. * Yaratılmamış olmak. |
İHTİRAM |
Hürmet olunmak, tazim olunmak, hürmet, saygı. |
İHTİRAMAT |
(İhtiram. C.) İhtiramlar, hürmetler, saygılar. |
İHTİRAMEN |
Hürmet ederek, saygı göstererek. |
İHTİRAMKÂR |
f. Saygılı, hürmetkâr. |
İHTİRAS |
Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu. |
İHTİRAS |
(Hiraset. den) Kaçınmak, kendini korumak, muhafaza etmek. * Kesmek. |
İHTİRAS |
Ekme. |
İHTİRASAT |
(İhtiras. C.) Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar. |
İHTİRASÎ |
Korunma, muhafaza olunma, kendini gözetme. |
İHTİRAZ |
Sakınmak, çekinmek, kaçınmak. |
İHTİRAZEN |
Korunarak, sakınarak, muhafaza olunarak. |
İHTİRAZÎ |
Çekinmeye ait, sakınmayla alâkalı. |
İHTİSAB |
Hesab sorma, mes'uliyet. * İhtisab dâiresinin aldığı vergi. * Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi, * Ceza. * Eskiden belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi. |
İHTİSABİYYE |
İhtisaba (belediyeye) ait vergi. |
İHTİSAB RESMİ |
Eskiden belediye varidatı olarak damga, tartı, ölçü, panayır ve pazar vergisi adı altında alınan vergiler ile, hile yapan esnaftan alınan para cezalarının umumi adı. |
İHTİSAD |
Hasad etme, biçme. |
İHTİSAD-I MEZRUAT |
Ekinlerin biçilmesi. |
İHTİSAM |
(Husumet. den) Düşmanlık, husumet, muhâsame. |
İHTİSAR |
İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak. * Mat: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme. |
İHTİSAREN |
İhtisar suretiyle, muhtasar olarak, kısaltarak, tafsilâtsız, kısaca. |
İHTİSAS |
(Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. Bir kimsenin dünyevi veya uhrevi, Kur'âni, İslâmi, imâni bir mesleğe, fen veya san'ata hasr-ı mesâi etmesi; yalnız onunla meşgul olması. (Bu metot insanı muvaffakiyete eriştiren en birinci ve en büyük bir âmildir. Bir kimse yaktığı bir meş'aleyi parlatabilmesi ve bâkileştirebilmesi için o meş'alenin, o nurun pervanesi olması gerekir.) Zübeyir Gündüzalp (R.Aleyh)* Gr: Mütekellim veya muhatab zamiri olan mübtedanın haberinin hükmünü bir isme âit (mahsus) kılma. Bu isim zamiri tâkibeder.(Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın hâricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez. Hükümleri hüccet olmaz; o fennin icmâ-i ulemâsına dâhil sayılmazlar. Meselâ; büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebaud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir dehâ-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh Geylâni (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî mes'elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı? Ş.) |
İHTİSAS |
Hissetmek. Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek. |
İHTİSASİYYUN |
İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar. |
İHTİSAT |
İtibar gösterme, rağbet etme. |
İHTİŞA' |
Tam olarak dolma. * Yastık veya döşek gibi bir şey edinme. |
İHTİŞAD |
Toplanmak, birikmek, yığılmak. |
İHTİŞAM |
Debdebe. Şanlı görünüş. * Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı. |
İHTİŞAR |
Büyük kafalı olma, koca başlı olma. * Toplanma, cem' olma. |
İHTİŞAŞ |
Kuru ot veya saman gibi hayvan yemi biriktirme. |
İHTİTAB |
(Hatab. dan) Odun toplamak, odun kesmek. |
İHTİTAB |
Nikâhla kadın veya kız istemek. |
İHTİTAF |
(Hatf. dan) Göz kamaştırma. * Kapıp götürme, kapma. |
İHTİTAL |
Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma. |
İHTİTAM |
Hitam bulma, sona erme, iş bitme. |
İHTİTAN |
(Hitan. dan) Sünnet ettirme. |
İHTİTAT |
Yukarıdan aşağı indirme. |
İHTİTAT |
Sınırlandırma, hududlandırma. Hat çekme. * Sakal bitme. |
İHTİVA |
İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak. |
İHTİYAC |
Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk. Zaruret hali. |
İHTİYAC-I MÜBREM |
Elzem ve zaruri olan ihtiyaç. |
İHTİYACAT |
(İhtiyac. C.) İhtiyaçlar. Lüzumlu olan şeyler. |
İHTİYACAT-I ZARURİYE |
Zaruri ihtiyaçlar. (Ev, yeme, içme, yakma, giyinme v.s. gibi) |
İHTİYAL |
Gururlanma, enaniyetlenme, kibirlenme. |
İHTİYAL |
(Hile. den) Hile yapma, aldatma, düzen, oyun etme. |
İHTİYAL |
Korkma, havfetme. |
İHTİYALAT |
(İhtiyal. C.) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar. |
İHTİYAN |
Sözde durmama, emanete hiyanet etme. |
İHTİYAR |
Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade) |
İHTİYAR-I CÜZ'Î |
(İhtiyar-ı cüz'iye) İnsanın küçücük ihtiyarı, iradesi. Pek az, zayıf ihtiyar. (Bak: Cüz'-i ihtiyarî) |
İHTİYAR-I KÜLFET |
Külfete katlanma. |
İHTİYAR-I ZAHMET |
Zahmet ve meşakkate katlanma. |
İHTİYAR ELDEN GİTMEK |
Mc: Kendini zaptedememek, hiddet ve gazaba gelmek, irâdeyi kaybetmek. |
İHTİYARÎ |
Mecburi olmayan. İsteğe bağlı. Bir kimsenin isteğine bırakılmış olan. |
İHTİYARİYAT |
Yapılması insanın kendi elinde olan şeyler. |
İHTİYAT |
Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek. |
İHTİYATEN |
İhtiyat ederek, ilerisini düşünerek. |
İHTİYAT HAZİNESİ |
Tar: Savaş ve diğer fevkalâde masraflara karşılık olmak üzere sarayda biriktirilen paralar. Gelirleri havass-ı hümayun hâsılatı, ganimetlerin beşte biri ve başka hükümdarlardan gelen hediyelerdi. Buna "iç hazine" veya "enderun hazinesi" de denilirdi. |
İHTİYATÎ |
İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan. |
İHTİYATKÂR |
f. İhtiyatlı, ilerisini düşünen. |
İHTİYATKÂRANE |
f. İhtiyatla, sakınganlıkla. |
İHTİZA' |
Tevazu. Gönül alçaklığı. Alçak gönüllülük. |
İHTİZA |
Ateş yakıp alevlendirme. |
İHTİZAB |
(Saç, sakal v.s.yi) boyama. |
İHTİZAM |
Kemer takma, kuşak bağlama. |
İHTİZAN |
Birisini işinden alıkoyma. * Çocuğu besleme. |
İHTİZAR |
(İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. * Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması. |
İHTİZAR |
Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak. |
İHTİZAZ |
Haz duymak. Ferahlamak. |
İHTİZAZ |
Hafif titremek. Deprenmek. * Şevk ile meyil ve hareket. Harekete geçme. * Sallanma, sıçrayıp oynama. |
İHTİZAZ |
Alçalma, tezellül. |
İHTİZAZÎ |
İhtizaza ait. Titremekle alâkalı. |
İHVAN |
( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost. * Sâdık arkadaşlar. * Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar. |
İHVAN-I BÂSAFA |
Mevlevi tabirlerindendir. Saf, yani kalbinde gıll u gış bulunmayan kardeşler mânâsınadır. |
İHVANİYAT |
Arkadaşlar, eş dost mektubları. |
İHVE |
Kardeşler. Arkadaşlar. |
İHYA |
Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek. Uyandırmak. * Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.(İnsan der: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" Sen, de: "Kim onları bidayeten inşâ edip hayat vermiş ise o diriltecek." S.) (Bak: Hayat) |
İHYA-Yİ EMVAT |
Ölüleri diriltmek. |
İHYA-Yİ LEYL |
Geceyi ibadetle geçirmek. |
İHYA-Yİ MEVAT |
İşlenmemiş toprağı, ekin için elverişli bir hâle getirme. |
İHYA-KERDE |
f. İhya edilmiş. Lutfedilmiş. Yeniden inşa edilmiş. |
İHYANEN |
(Bak: Ahyanen) |
İHZA' |
Ganimetten pay ayırma. * Ayakkabı giydirme. |
İHZA' |
Semirme, yağlanma. Semirtme, semirtilme. |
İHZA' |
Rezil ve rüsvay etme. Kepâze etme. |
İHZAK |
Kahkaha ile gülme. Çok gülme. |
İHZAL |
Islatma, ıslatılma. |
İHZAL |
Şaka ve alay ile çok uğraşma. |
İHZAN |
Mahzun etme, hüzünlendirme, keder verme. |
İHZAR |
Hazır etmek. Hazırlamak. * Huzura getirmek. Derpiş etmek. * Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi. |
İHZARAT |
(İhzar. C.) Hazırlıklar, hazırlanmalar. |
İHZAREN |
Huzura getirerek. Birini mahkemeye dâvet ederek. * Hazırlayarak, ihzar ederek. |
İHZARÎ |
Hazırlık mahiyetinde olan. Hazırlayan. |
İHZARİYE |
Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından başka yemek, içmek gibi şahsî masrafları da ilâve edilirdi. * Birinin mahkemeye çağrılması için yazılan yazı. |
İHZAZ |
Rahatlandırmak. Haz duymak. Nasipli olmak. Bahtlı. |
İJEK |
f. Kıvılcım, şerare. |
İKA' |
(Vuku'. dan) Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek. Yetiştirmek. Düşürmek. |
İKÂ' |
Dayanma, istinad etme. * Dayanacak bir şey verme. |
İKAB |
Şiddetli azab, eziyet, ceza. |
İK'AD |
Bir hükümdarın tahta oturtulması. Oturtmak. |
İKAD |
Ateş yakma, tutuşturma. |
İKAD-I KANADİL |
Kandillerin yakılması. |
İ'KAD |
Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek. |
İKAD |
Kuvvetlendirme, sağlam kılma. |
İKAE |
Kusturma, istifra ettirme. Kusturulma. |
İKAF |
(Vakf. dan) Vakfetme, malını vakıf şekline koyma. * Bir işten vaz geçme, durdurma. |
İKAF |
Palan. |
İKAHE |
Düşmana üstün gelme, galibiyet. |
İKAL |
Ayak bağı, ayak köstegi. * Bağ, bend. |
İKALE |
Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi. * Demediği halde "Dedin" diye iddia etme. |
İKAM |
Kısırlar, akamete uğrayanlar. |
İKAME |
Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek. |
İKAME-İ BEYYİNE |
Şâhid getirme. |
İKAME-İ DA'VA |
Dâvâ açma. |
İKAMET |
Bir yerde kalmak. Oturmak. * Müezzinin kamet getirmesi. |
İKAMETGÂH |
f. Ev, hane. * İkamet yeri. |
İKAN |
İyi ve yakînen bilmek. * Sağlam bir iş. * Yakin hasıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek. |
İKAR |
Doldurma, doldurulma. |
İ'KAR |
Kadının dölyatağını sakatlama. |
İK'AR |
Derinletme, derinleştirme. |
İK'AR-I ÂBÂR |
Kuyuların derinleştirilmesi. |
İK'AR-I ENHAR |
Nehirlerin derinleştirilmesi. |
İKAZ |
Uyandırmak. Gafletten kurtarmak. Tenbih. |
İKBAB |
Yüzüstü düşme, kapanma. * Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı derecede çalışma. |
İKBAH |
(Kubh. dan) Fenalık yapma, kötülük etme. |
İKBAL |
Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. * İstemek. (Bak: İdbar) |
İKBAL-İ BEŞER |
İnsanın saadeti. |
İKBALCU |
f. İkbal ve büyüklük arayan. Onların peşinde olan. |
İKBALMEND |
f. Bahtiyar, mutlu, saadetli, talihli. * Refaha, büyük bir makama erişen. |
İKBALPEREST |
f. Bir mevki ve makam için hırslı olan. İkbale çok hırs duyan. |
İKBAR |
Ulu görme, büyük görme veya görülme. |
İKBAR |
Kabre koyma, mezara koyma veya konulma. |
İKBAR-I MEYYİT |
Ölünün kabre konulması. Mevtanın gömülmesi. |
İKDAM |
Gayret ve sebat ile çalışmak. İlerlemeye gayret etmek. Devamlı çalışmak. İlerlemek. |
İKDAMAT |
(İkdam. C.) İlerlemeler. Sürekli çalışmalar. |
İKDAR |
(Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini sağlama. * Birini kayırma. |
İKDİRAR |
Bulanma, bulanık olma. |
İKDİRAR-I MÂ' |
Suyun bulanması. |
İKFA' |
Edb: Sesleri birbirine yakın olan harflerle kafiye yapmak. |
İKFAL |
Kilitlenmek, kilitlemek, kilit takmak. |
İKFAL |
Kefil gösterme, tekellüf ettirme. |
İKFAR |
Birisine kâfir demek, kâfir denilmek. |
İKHAT |
Kuraklığa uğratma, kıtlığa uğratma. |
İKİÇİFTE |
t. Dört kürekli kayık. |
İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK |
Mc: "Pek süslü" yerine kullanılır bir tabirdir. Osmanlı altını iki dirhem bir çekirdek ağırlığında olduğu için bu tâbir meydana gelmiştir. |
İKİ ELİ YAKASINDA OLMAK |
Mecaz yoluyla âhiret gününde birinden hakkını aramak. |
İKİLİK |
t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para. * İki kısımdan meydana gelmiş. * Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma. |
İKİNDİ DİVANI |
t. Tanzimattan evvel sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divanlar. Bu divan ikindi namazından sonra toplandığı için bu adı almıştı. Bâb-ı Âlî teşkilâtının ilk şekli olarak Divan-ı Hümayun, muayyen günlerde toplandığı zaman, vezir-i azamlar da divanda bitirilemeyen veya arza lüzum görülmeyen işleri kendi konaklarında salı ve perşembenin haricindeki günlerde hallederlerdi. Sadrazamdan başka hiçbir vezir, ikindi divanı aktedemezdi. (O.T.D.S.) |
İKLAB |
Tersine çevrilme, çevirmek. Tersine döndürmek. |
İKLAL |
(Kıllet. den) Azaltma, miktarını indirme. * Az bulma, az görme. |
İKLİL |
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Zebur'da geçen bir ismidir. Müzeyyen tâç manâsına da gelir. |
İKLİM |
(Bak: Iklim) |
İKMAH |
Buğdayı un yapma. Buğday yetiştirme. * Kafa tutmak, kibir ve azametle karşı gelmek. |
İKMAL |
Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek. |
İKMAL-İ NEVAKIS |
Eksiklikleri tamamlamak. |
İKMAL-İ NÜSAH |
Bütün sahifeleri tamam etmek, okuyup bitirmek. |
İKMAM |
Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğu görünmesi. * Elbiseye yen yapmak. |
İKMAN |
Gizleme, saklama, örtme. |
İKNA' |
Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak. * Ayakta iki tarafa bakmadan durmak. |
İKNAİYYAT |
İknâ etmek veya râzı etmek için söylenilen sözler. |
İKNAİYYAT-I HİTABİYYE |
Kelâm ilmine ait bir ıstılahtır. Zannî olan aklî delil demektir. Bürhanın aşağı mertebesidir. Aklı, muhalif fikirlerle karışmamış ve bürhanı anlayamayacak kimseler için kullanılır. İsbattan çok ikna vasfı taşır. |
İKNAN |
Örtme, saklama, gizleme. |
İKRA' |
Okutmak. "Oku" diye emretmek. * Selâm göndermek. Yakın gelmek. Ziyafet istemek. |
İKRA |
Kiraya verme. |
İKRAB |
Kederlendirme, hüzün verme. |
İKRAH |
İğrenmek. Tiksinmek. Bir işi istemiyerek yapmak. * Birine zorla iş yaptırmak veya muamele yapmak. |
İKRAH-I GAYR-İ MÜLCÎ |
Huk: Eskiden döğme ve hapis gibi yalnız keder ve elemi icab ettiren şeylerle vuku bulan ikrah. |
İKRAH-I MÜLCÎ |
Huk: Ölüm veya bir uzvun kesilmesi veya bunlara sebep olacak şiddetli döğme ile olan ikrah. |
İKRAH-I NÂKIS |
Huk: Dayak ve hapis gibi keder ve elemi gerektiren şeylerden meydana gelen mecburiyet. |
İKRAHEN |
İstemiyerek, tiksinerek. Zorlanarak. |
İKRAM |
Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek. * İltifat olarak bir şeyler vermek. * Bağış. * Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât. * Allah'ın lütfu ve ihsanı.(İkramın izharı, yani Allah'ın lütfu ve ihsanı olan ikramın izharı tahdis-i nimettir. İnsanın nefsi, Allah'ın lütfunu kendine isnad etmez. Çünkü kesbinin medhali yoktur.) |
İKRAMAT |
(İkram. C.) İkramlar, hürmetler, bağışlar. |
İKRAMEN |
İkram olarak. Ağırlama suretiyle. Hürmet, tazim ve saygı için. |
İKRAMİYE |
Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye. * Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para. * Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para. * Satıcı tarafından pazarlığın hâricinde olarak müşteriye yahut arada vasıta olana verilen şey. * Bazı teşekkül ve müesseselerin belirli zamanlarda, hisse sahiplerine kur'a çekerek dağıttıkları para. |
İKRAR |
Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak. * Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek. |
İKRAR-I MARİZ |
Ölüm ânında iken edilen ikrar. Vasiyetname. |
İKRAR Bİ-L KİTABE |
Bir kimsenin diğer bir kimseye olan borcunu kitabetle yani yazı ile tasdik etmesi. Tabirin mânası yazı ile ikrar'dır. |
İKRAZ |
Ödünç vermek. Borç vermek. * Kesip ayırmak. |
İKRAZAT |
Borçlar. Borç vermeler. |
İKSA' |
Kasvet. Sıkıntı vermek. Sıkıntı verilmek. |
İKSA-Yİ KALB |
Gönül sıkıntısı, iç darlığı. |
İKSA |
Giydirmek. Giyecek vermek. |
İKSA-Yİ EYTAM |
Yetimlerin giydirilmesi. |
İKSAD |
(Kesad. dan) Kesada düşürme, kesatlandırma. |
İKSAL |
(Kesel. den) Bezginlik ve bıkkınlık verme. |
İKSAM |
Kasem etme, yemin etme, and içme. |
İKSAM |
Çok miktarda mal alıp biriktirme. * Kökünü kırma. Hepsini silip süpürme. |
İKSAR |
(Kesret. den) Çoğaltma, fazlalaştırma, arttırma. |
İKSAR-I KELÂM |
Çok söyleme, sözü uzatma, gevezelik etme. |
İKSAR |
Bir şeyi yapmak imkânı varken yapmama. |
İKSAT |
Doğruluk ve hakkaniyet gösterme. |
İKSİR |
Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde. * Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç. * Eski kimyada: (Bazılarının söylediğine göre) kıymetsiz madenleri ve sair şeyleri altuna tebdile ve bütün hastalıkları gidermeye vesile olan ve öyle te'sirli farzedilen ilâç. |
İKŞİ'RAR |
Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne kabarması. |
İKTAB |
(Ketb. den) Yazdırma, dikte ettirme. |
İKTAM |
(Ketm. den) Gizleme, saklama. |
İKTAN |
Yapıştırma veya yapıştırılma. |
İKTAT |
Alçak sesle kulağa fısıldama. |
İKTIFA |
Arkasından gitme, ardına düşme, takib. |
İKTİBAS |
Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak. * Söz arasında Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya başka makbul eserlerden bir cümlenin kâmilen veya kısmen az tasarruf ile veya tasarrufsuz alınması. * Ateş almak. * Ödünç almak. |
İKTİBASAT |
(İktibas. C.) İktibaslar, aktarmalar. |
İKTİBASEN |
İktibas suretiyle. Faydalanma yoluyla alarak. Parça alarak. |
İKTİDA |
Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek. |
İKTİDAEN |
Uyarak, tâbi' olarak. |
İKTİDAB |
Bir şeyi kendisi için kesmek. * Henüz öğretilmemiş deveye binmek. * İrticâlen söz söylemek. * Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek. Hüsn-i tahallus (yani: Bir şeyin meydana gelmesine hayali ve güzel bir sebeb göstermek ile olan intikal), en uygunu ve en lâtifi olur. Müelliflerin Emmâ ba'dü, "Bundan sonra" kelimesine iktidab demeleri hamdeleden inkitaa binaendir. Edb. S.) |
İKTİDAR |
Güç, takat. Kudret. Güç yetmek. Yapabilmek. |
İKTİDAR-I KÂMİN |
Gizli güç. |
İKTİDARÎ |
Güç ve iktidarla alâkalı ve mensub. |
İKTİFA |
Fazla istemeyiş. Yeter bulmak. Kâfi görmek. Var olanı yeter saymak. |
İKTİHAL |
Göze sürme çekme. |
İKTİHAL |
İhtiyarlama, yaşlılanma, kocama. * Saç ve sakala kır düşme. |
İKTİHAM |
Hücum ve istilâ eylemek. * Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek. * Mülâhazasız bir işe başlamak. * Bir şeyi hakir addetmek. |
İKTİHAMAT |
(İktihâm. C.) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar. * Tahammül etmeler, göğüs germeler. |
İKTİHAN |
Kır saçlı ve sakallı olma. |
İKTİLA' |
Kapıp alma, koparma. |
İKTİMAN |
Gizlenme, saklanma. |
İKTİMAN-I SÂRIK |
Hırsızın gizlenmesi. |
İKTİNA' |
Künyelenme. * Anlaşılmayacak şekilde söyleme. * Gizlenme, saklanma. |
İKTİNA' |
Yığma, biriktirme. * Çalışarak kazanma. * Meslek edinme. * Tuzak kurup avlanma. * İmsak etme. * Sermâye verme. |
İKTİNAF |
Bir şeyin etrafını kuşatmak. * Deve için ağıl edinmek. |
İKTİNAH |
(Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma. |
İKTİNAN |
Saklanma, gizlenme. |
İKTİNAN-I NİSVAN |
Kadınların örtünmesi. |
İKTİNAS |
Tuzak kurup avlanma. |
İKTİRA' |
Kurrâ atma, seçme. |
İKTİRA' |
(Kirâ. dan) Kiralama, kira ile tutma. |
İKTİRAB |
Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma. |
İKTİRAB |
(Kurb. dan) Yanaşma, yaklaşma, takarrüb. |
İKTİRAB-I SAAT |
Kıyamet vaktinin yaklaşması. |
İKTİRAC |
Paslanma, küflenme. |
İKTİRAF |
Emek çekerek kesb ü kâr eylemek, kazanmak. * Günah kazanmak. |
İKTİRAH |
(C.: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme. |
İKTİRAN |
Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek. * İki şeyin bir arada gelmesi. İki nimetin aynı anda bulunması gibi... (İktiran tâbirinden anlaşılan: Bir şeyin zahirî sebebiyle o şeyin beraber görünmesidir. Meselâ bir bahçeye su vermek zahirî sebebi ile nebatların büyümesi; veya bir mürşidin irşadiyle hidayete ermenin bir zaman içinde beraber bulunmaları ki, hem zahirî sebeplerin, hem de neticelerin hakiki sahibi ve müessiri ancak Cenab-ı Hak'tır.)(Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, "iktiran" tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şerâitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cedvelin deliğini açmıyan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakiki olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir: İşte bu mağlatanın ne kadar hatâsı zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hatâ ettiklerini bil! L.) |
İKTİRAN-I KEVAKİB |
Ast: İki gezegenin zâhiren birbirine yakın bir mevziye gelmeleri veya aynı burçta bulunmaları. |
İKTİRANÎ KIYAS |
Man: Neticenin aynı veya nakizı, mukaddemelerinin birisinde bilfiil zikredilmeyen kıyastır. Meselâ: "Her cisim muhdestir". Ve nakizı olan: "Bazı cisimler muhdes değildir" kaziyeleri, ne birinci ve ne de ikinci mukaddemede hey'et-i mecmuası ile zikredilmiş olmadığından iktirânidir. |
İKTİRAS |
Bir işe ehemmiyet verme, bir şeyi mühimseme. * Kederli ve hüzünlü olma. |
İKTİRAZ |
(Karz. dan) Borç alma. |
İKTİSA |
Giyinmek, giymek. |
İKTİSA |
Biriktirme, toplama, yığma. |
İKTİSA-İ NUKUD |
Para biriktirme. |
İKTİSAB |
Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek. |
İKTİSAB-I ŞAN Ü ŞÖHRET |
Şan ve şöhret kazanma, meşhur olma. |
İKTİSABAT |
(İktisab. C.): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler. |
İKTİSAD |
Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak. * Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak.(İktisad ve hıssetin çok farkı var. Tevâzu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memduhadır. Öyle de: Ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizâm-ı hikmet-i İlâhiyye'nin medarlarından olan iktisad ise, sefillik ve bahillik ve tama'kârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız, sureten bir benzeyiş var. Bu hakikatı te'yid eden bir vâkıa:Sahabenin abâdile-i seb'a-yı meşhuresinden olan Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri ki: Halife-i Resulullah olan Fâruk-u Azam Hazret-i Ömer'in (R.A.) en mühim ve büyük mahdumu ve sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zat-ı mübârek çarşı içinde, alış verişte, kırk paralık bir meseleden iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe ona bakmış. Ruy-i zeminin Halife-i Zişânı olan Hazret-i Ömer'in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset tevehhüm ederek o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister. Baktı ki Hazret-i Abdullah hâne-i mübârekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü. Bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi; ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe merak etti. Gitti o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?" Herbirisi dedi: "Bana bir altın verdi." O sahabe dedi: "Fesübhânallah... Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde ikiyüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rıza-yı nefisle versin!" diye düşündü, gitti, Hazret-i Abdullah İbn-i Ömer'i gördü. Dedi: "Ya İmam! Bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle yapmışsın." Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadâkatın muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hânemdeki vaziyet kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."İmam-ı Azam, bu sırra işaret olarak: "Lâ isrâfe fi-l hayri kemâ lâ hayre fi-l isrâfi" demiş. Yani: "Hayırda ve ihsanda (fakat müstahak olanlara) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur..." L.)(İktisad, lügatta "amelde i'tidal" demektir ki, kasıddan me'huzdur. Çünkü matlubunu iyi tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden istikamet üzere kasdeder. Maksudunun mevzi ve mevkiini bilemiyen ise tahayyür içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeple iktisad, maksada müeddi olan amel demek olmuştur. Umur-u maliyedeki iktisadın da esası budur.) (E.T.) |
İKTİSADÎ |
İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik. |
İKTİSADİYAT |
İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler. |
İKTİSAM |
(Kısım. dan) Bölüşmek, paylaşmak. |
İKTİSAR |
(Kasr. dan) Sözü kısa kesmek. Kısaltmak. |
İKTİSAR |
(Kesir. den) Paralamak. Kırılmak. |
İKTİSAS |
Birinin izinden, ardından gitmek. * Kısas istemek. İntikam almak. * Kıssa. * Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek. |
İKTİSAS |
Çekip koparma veya koparılma. |
İKTİTA' |
Almak. Bir şeyin bir kısmını koparıp almak. |
İKTİTAB |
Yazılmış olan bir şeyin kopyasını çıkarma, suretini alma. |
İKTİTAF |
Edb: Sözün özünü almak. * Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama. * Bir uğraşma sonucunda faydalanma. |
İKTİTAF-I ESMAR |
Meyve toplama. |
İKTİTAL |
Birbirini öldürme. |
İKTİTAM |
(Ketm. den) Ketmetme, gizleme, saklama. * Sararma. |
İKTİVA' |
Dağlama. Kızgın demirle vücudun bir yerine dağ vurma. |
İKTİVA' |
Kuvvetlenme. |
İKTİYAD |
Tutup götürme veya götürülme. |
İKTİYAD |
Hile yapma, dalavere ve oyun etme. |
İKTİYAL |
Kile veya ölçek ile ölçme. |
İKTİYAS |
Benzerini bulma. * Ölçme, kıyas tutma. |
İKTİZA |
Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama. |
İKTİZA-Yİ HAL |
Halin ve durumun gösterdiği lüzum. |
İKTİZAZ |
Bozulup buruşma. |
İKVAL |
Bir kimsenin, söylemediği halde bir sözü söyledi diye iddia etme. |
İKZA |
Azarlama, sövme, hakaret etme. |
İLA |
Son, nihâyet, dek, değin,...ye,...ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i cerdir.) |
İ'LA |
(Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak. |
İ'LA-YI KELİMETULLAH |
Allah kelâmının, İslâmiyetin ulviyetini ve hakikatlarının kıymetini bildirmek ve yaymak. Hakaik-ı Kur'âniye ve imâniyenin neşir ve tâmimine cehd ile çalışmak.(Bu zamanda her bir mü'min i'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. H.)(Eskiden beri i'lâ-yı Kelimetullah ve beka-yı istiklâliyet-i İslâm için farz-ı kifâye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan Alem-i İslâma fedaya vazifedâr ve hilâfete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi; Alem-i İslâmın saâdet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira şu musibet, mâye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını harikulâde ta'cil etti. R.N.) |
İLA' |
Çok istekli ve tâlib kılma, haris etme. |
İLA' |
Sıkıntı ve derde uğramak. * Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi. |
İLÂ-ÂHİR |
Sona kadar, diğerleri de böyledir ve başkaları... (manalarına gelir.) |
İL'AB |
Oynatma, oynatılma. |
İLAC |
İçeri sokma, idhal etme, girdirme. |
İLAC |
Derde devâ olan şey. Hastayı veya yaralıyı iyi etmek için içmek veya sürmek üzere verilen şey. * Devâ, mualece. * Mc: Tedbir, çare, tavsiye, derman. * Hastaya bakma, iyi olmasına çalışma. |
İLAC NÂ-PEZİR |
f. Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. * İmkânsız, çaresiz. |
İLAC-PEZİR |
f. Çaresi bulunabilen. * Tedavi edilebilen, ilâç kabul eden. |
İLAD |
(Veladet. den) Doğurma, tevlid etme. * Doğurtma. |
İLAF |
Ülfet etmek. Alıştırmak. Ülfet ettirmek. * Bir adedi bine çıkarmak. |
İ'LAF |
(Alef. den) Hayvana yem verme. |
İLAH |
Kendine ibadet edilen, Allah (C.C.) Her şeyden çok sevilen, tâzim ve tesbih edilen Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri.(Eğer her şey Cenab-ı Hakk'a isnad edilmezse, bir an-ı vâhidde, gayr-ı mütenahî ilahların isbatı lâzım gelir; ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilahların herbirisi, bütün ilahlara hem zıd hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütün kâinata elini uzatmış tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım gelir. Meselâ: Bal arısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü bütün kâinata câri ve nâfiz olması lâzımdır. Zira o bal arısı, kâinatın unsurlarına nümunedir; eczasını kâinattan alıyor. Halbuki, vücud sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vacib-ül Ehad'a mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Meselâ: Ayasofya'nın bânisi inkâr edildiği takdirde, herbir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise, kâinatın Sânia olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, daha zâhir, daha evlâdır. M.N.) |
İLAH |
Arabçadaki "ilâ âhir" kelimesinin kısaltılmışı. "Sonuna kadar, böylece devam eder" demektir. |
İLAHE |
Müşriklerin kadın heykeli şeklindeki putları. Bâtıl mâbud. |
İLAHÎ |
Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik. * Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir). * Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî fikirleri havi olmak üzere yazılmış olan ve makamla okunan şiirler. |
İLAHİYAT |
Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı. Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler. |
İLAHİYYUN |
İlâhiyatçılar. * Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar. Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar. (Bak: Feylesof) |
İ'LAK |
(Alak. dan) Sülük yapıştırmak. |
İ'LAL |
Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi. |
İLALLAH-İL MÜŞTEKA |
Şikâyet Allah'adır. Allaha şikâyet edilir. |
İ'LAM |
Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak. * Mahkeme hükmünü bildiren resmi karar yazısı. |
İLAM |
Elem vermek. Rencide etmek. * Düğün yemeği. |
İ'LAMAT |
(İ'lam. C.) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar. |
İ'LAMAT-I NİZAMİYE |
Huk: Nizamiye mahkemelerinden çıkan ilâmlar. |
İ'LAMAT-I ŞER'İYE |
Huk: Şer'iye mahkemelerinden nafaka, nikâh vs. ye dâir verilen i'lâmlar. |
İ'LAMAT-I ŞER'İYE MÜMEYYİZİ |
Şeyh-ül İslâm kapısındaki fetvahanenin üç kaleminden biri olan "İlâmat Odası"nın başındaki memurun ünvanı idi. Kadılar tarafından verilen ilâmları tetkik vazifesiyle mükellef olduğu için, bu memuriyete, ulemadan tanınmış olanlar tâyin edilirdi. (O.T.D.S.) |
İ'LAN (İLÂN) |
Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak. * Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme. * Açığa vurma, yayma, meydana çıkarma. |
İLÂN-I HARB |
Savaş açma. Harb ilân etme. |
İLÂN-I İFLÂS |
Tüccarın işinde güçsüzlüğünü yani iflâs ettiğini resmî olarak söyleyip açığa vurması. |
İLÂN-I TEKVİNÎ |
Umumi âfetler ve gök taşları düşmesi gibi Cenab-ı Hakk'ın tekvinî âyetleri ve ibretli hâdiseleri ile hakaik ve hikmet-i İlâhiyesini ilân edip bildirmesi. |
İ'LANAT |
İlânlar. |
İLANE |
Yumuşatmak. |
İ'LANEN |
İlân ederek, ilân yoluyla. |
İLA-NİHAYE |
Sona kadar, nihayete kadar. Böylece devam eder. |
İ'LANNAME |
f. İçinde ilân yazılı olan kâğıt. * Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt. |
İLAS |
Kinâyeli ve iğneleyici sözler söyleme. |
İLAVAT |
(İlâve. C.) İlâveler, ekler, katmalar. |
İLAVE |
(C.: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam. * Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil. * Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek olarak ve ayrıca çıkardığı sayı. * İmzadan sonra mektubun altına yazılan şey. |
İLÂVETEN |
İlâve olarak, ekliyerek, katarak, arttırarak. |
İLA-YEVM-İL KIYAME |
Kıyamete kadar. |
İLBAD |
Yamama, yırtıkları kapatma. * Yapıştırma veya yapıştırılma. |
İLBAS |
(Lebs. den) Giydirme veya giydirilme. * Örtme yahut örtülme. |
İLBAS-I HIRKA |
Bir tarikata intisab ile mutad olan menzilleri geçerek irşad mertebesine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri yolda başkalarını irşad ile izin verme salâhiyetini ihtiva eden "İcazetname: hilâfetname" verme. |
İLBAS-I HİL'AT |
Hil'at giydirmek. (Üst elbisesi demek olan hil'at; padişahlar ile sadrazam ve vezirler tarafından memurlarla, âyân ve eşrâfa, taltif makamında giydirilirdi. Sonradan bunun yerine rütbe ve nişan verilmeğe başlanmıştır.) (O.T.D.S.) |
İLBAS |
Durdurma, mâni olma, alıkoyma. |
İLCA' |
Mecbur etme. Zorlama. Muztar kılma. * Tefviz eyleme. |
İLCAAT |
Zorlamalar. * Lüzumlu şeyler. |
İLCAAT-I ZAMAN |
Zamanın zorlamaları ve mecburiyetleri. Yaşanılan zaman içinde meydana gelmiş bazı sebeplerin neticesi olarak karşılanan mecburiyetler. |
İLCAC |
Feryad etme, bağırma. |
İLCAM |
Gemleme, gem takma. Gemlenme. |
İLÇE |
t. İdarî bakımdan vilâyetten sonra gelen yer. Kaza. Kaymakamlık. |
İLEL |
(İllet. C.) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler. * Sakatlıklar. Hastalıklar. |
İLEL-İ MUHTELİFE |
Türlü illetler ve sebepler, çeşitli hastalıklar. |
İLEL-İ MÜSTEVLİYE |
Tıb: Salgın hastalıklar. |
İLEL-İ MÜTESELSİLE |
Zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetler. |
İLEL-İ SÂRİYE |
Tıb: Bulaşıcı hastalıklar. Sâri illetler. |
İLE-L-AN |
Şimdiye kadar, bu âna kadar. |
İLE-L-EBED |
Ebede kadar. Nihayetsiz. |
İLEL Ü EMRAZ |
Hastalıklar ve sakatlıklar. |
İ'LEM |
( $ masdarından emirdir.) "Bil!" mânasına gelir. |
İLEYH |
Ona. (Erkek olan tek kimse için) |
İLEYHA |
Ona. (Kadın olan tek kimse için) |
İLEYHİM |
Onlara. (Erkek olan çok kişi için söylenir.) |
İLEYHİMA |
Onlara. (Erkek olan iki kişi için söylenir) |
İLEYHİNNE |
Onlara. (Kadın olan çok kişi için söylenir.) |
İLGA |
Kaldırmak. Hükümsüz bırakmak. Lağvetmek. Bâtıl eylemek. |
İLGAZ |
(Lugaz. dan) Sözde maksadı gizleme. |
İLH |
"İlâ âhir" sözünün kısaltılmışı. |
İLHA' |
Boş şeylerle meşgul etmek. Gaflet. |
İLHAB |
Tutuşturma, alevlendirme. * İltihaplandırma, şişirip kızartma. |
İLHAD |
Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden dönmek. Allahın varlığına, birliğine inanmamak. İmânsızlık. |
İLHAD |
Zulüm yapma, eziyet etme. |
İLHAF |
İstemekle ısrar etme, zorlama. |
İLHAH |
Zorlamak. Israr etmek. Bir şeyin kabulü için son derece üstüne düşmek. |
İLHAHAT |
(İlhah. C.) Direnmeler, zorlamalar. |
İLHAK |
İlâve etmek, eklemek. Katmak. |
İLHAM |
Allah tarafından kalbe gelen mâna.(İlhamın ekserisi vasıtasız olarak kalbe gelir. İlhamın en cüz'îsi ve basiti hayvanat ilhamıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra melâikenin ilhamatıdır, sonra evliya ilhamatıdır, sonra melâike-i izam ilhamatıdır... S.) (Bak: Vahiy)(İlham, aslında bir şeyi bir defada yutmak mânasına "lehm" den if'al olup, lahzada yutturmak mânasınadır. E.T.) |
İLHAM |
Söverek ve hakaret ederek onur kırma. |
İLHAMAT |
İlhamlar. Allah tarafından kalbe gelen mânalar. |
İLHAMÎ |
İlham ile elde edilen ve nâil olunan. İlham ile alâkalı. * Erkek adı. |
İLHAN |
Tar: Cengizlilerin İran kolunun Hülâgu hanedanının hükümdarlarına verilen ünvan. |
İLHANÎ |
İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli. |
İLHANLILAR |
İlhanlılar hanedanı ve bu hanedanın idare ettiği XIII. asrın sonu ve XIV. asrın ilk yarısında yaşayan bir yakındoğu imparatorluğu. |
İLHAZ |
Yan bakışla bakma. |
İLİK |
t. Elbisenin düğme geçmeye mahsus deliği. * Kemiğin içinde bulunan madde. |
İLİM |
(Bak: İlm) |
İLKA' |
Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak. |
İLKAAT |
Zararlı sözlerle şaşırtmak. * Bırakmalar, terk etmeler. |
İLKAH |
Döllenmek. Döllemek. Gebe bırakmak. Aşılamak. * Tıb: İki ayrı cins hücrenin birleşmesi. |
İLKAHAT |
(İlkah. C.) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar. |
İLKAM |
Yutturma, boğazından geçirtme. |
İLKAN |
Çabuk ezberleme. |
İLKBAHAR |
t. Mart, nisan ve mayıs aylarını içine alan mevsim. |
İLKE |
(Bak: Unsur - Umde - Mebde') |
İLKEL |
(Bak: İbtidâi) |
İLKTEŞRİN |
Ekim ayı. Teşrin-i evvel. |
İLL |
Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice "il", ilâh demek olduğu da söylenmiştir. (E.T.) |
İLLÂ |
(İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir). |
İLLÂHU |
Ancak O. Allah (C.C.) |
İLLE |
(İllet) Esas sebeb. Vesile. * Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye.(...Göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. O makina mümkinattan olduğundan vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. İ.İ.) |
İLLE-İ GAİYE |
Elde edilmesi için çalışılan gaye, maksad ve netice. Vazifeye terettüb eden maslahat, fayda, semere, iş. |
İLLE-İ IZTIRARÎ |
Kabul edilmesi mecburi görülen sebeb. |
İLLET-İ TÂMME |
Herhangi bir şeyin var olması için lâzım gelen sebeblerin tamamı. Bu sebebler var olunca neticesinin vücuda gelmesi bizzarure ve bilvücub iktiza eder. |
İLLÎ |
Sebebe ait. Neden ve sebeple alâkalı. |
İLLİYET |
Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış. |
İLLİYYE |
(Ulliyye) En şerefli, yüksek. |
İLLİYYUN |
(İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derecedir. |
İLLİZYON |
Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme. |
İLM |
(İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek.(İlim, hakikatı bilmekten ibarettir. İlim, marifetten daha umumidir. Marifet, tefekkürle bilmek mânasına olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'a nisbeti câiz olmaz. Gerek huzurî olsun (ilm-i İlâhî gibi) ve gerek husulî olsun (ilm-i ibad gibi) ve vech-i dikkat üzere bilmeye de denir. Şuur, fıtnat gibi. İlmin zıddı "cehil"dir. Marifetin zıddı ise "inkâr"dır.) * İlm-i Kelâm'da: İlim; bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Cenab-ı Hak ilim sıfatı ile de muttasıftır. O'nun ilmi, mahlukatın ilmi gibi basit ve mahdut olmayıp, bütün kâinatı muhittir. Hiç bir şey onun ilminden gizlenemez ve haricinde kalamaz. Allah'ın ilmi mutlaktır. Allah, Alîm-i Mutlak'tır.İlim mâluma tâbidir. Yani: İlim sıfatı varlıkları icad etmez ve hâdiseleri meydana getirmez. Belki, varlıkları ve hâdiseleri bilmekle ilim olur.Cenab-ı Hak ilmi ile, olmuş ve olacak herşeyi ezelî ve ebedî olarak bilir. Böylece o eşya, ilm-i İlâhîde bilinmesiyle vücud-u ilmîye mazhardır. Fakat maddî vücutlarının icadı, kudret-i İlâhiyeye istinad eder. Yani mahlukatın maddî vücudunu ilim icad etmez, kudret icad eder. Bu itibarla malumun yani mahlukun icadı, ilme değil, kudrete tâbidir. (Bak: İrfan, Ulum) |
İLM-İ ÂDÂB |
Yemek, içmek, yatıp kalkmak, giyinmek, sefer gibi hâllere dair hadisler için, ilm-i hadis istılâhında kullanılan tâbirdir. |
İLM-İ AHBÂR |
(Bak: İlm-i hadis) |
İLM-İ AHLÂK |
Ahlâk bilgisi. |
İLM-İ AHVÂL-İ CEVV |
Meteoroloji. |
İLM-İ ARZ |
(İlm-ül arz) Yer bilimi. Jeoloji. |
İLM-İ ÂSÂR |
(Bak: İlm-i hadis) |
İLM-İ BEDEN |
(İlm-ül ebdân) Hekimlik bilgisi, tabâbet. |
İLM-İ BEDİ' |
İlm-i beyânın üç bölümünden üçüncü bölümüdür ki, bediiyat da denir. Muktezâ-yı hâle uygun bir kelâmın lâfız ve mânâ bakımından daha da güzelleştirilmesinin kaidelerinden bahseder. Bu kaidelere Edebî San'atlar da denir.Her şeyin güzellik cihetlerinden bilhassa Arabi terkiblerden bahseder, kelâmın güzelliğini ve muktezâ-yı hâle mutabakatını ve vuzuh-u delâletini işitmeğe ve ruha mülâyim ve hoş gelecek surette intisak, insicam, tertib ve intizamını bildiren usul ve kaidelerin ilmidir. Cemi olarak hepsine ulum-u bedi'a dendiği gibi, İlm-i bedi' diye de söylenir. İki kısma ayrılır.1- Muhassınât-ı mâneviye : Kelâmın mânâsına ait san'atlar. Tevriye, hüsn-ü ta'lil, üslub-u hakim..gibi.2- Muhassınât-ı lâfziyye : Kelâmın lâfzına ait san'atlar. Seci', cinas gibi. (Bak: Bedi') |
İLM-İ BELÂGAT |
Edb: Güzel söz söyleme veya yazmayı öğreten ilim. Edebiyatın bir şubesi. |
İLM-İ BEYAN |
Belâgat ilminin, yâni edebiyatın, hakikat, teşbih, istiâre, mecaz, kinaye kısımlarından bahseden ilim dalıdır. |
İLM-İ CİFİR |
Harflerin sayı değerlerinden mânâ çıkararak elde edilen ilim. (Bak: Ebced) |
İLM-İ FİTEN |
Asr-ı saadetten sonra zuhur eden hâdiselere, fitnelere dâir olan hadis-i şeriflere, ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Fiten denilmektedir. |
İLM-İ HADİS |
(İlm-i Rivayet - İlm-i Ahbâr - İlm-i Âsâr) Resulüllah'ın (A.S.M.) akvâli (sözleri), ef'ali ve hallerine dâir ilimdir. Ehl-i hadis ıstılahında; tarihe ve siyere dâir hadis-i şeriflere bazan İlm-i Hadis-ül Halk, bazan da Sîre (Sîret) tabir edilir. (Bak: Hadis) |
İLM-İ HÂL |
İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren kitap. |
İLM-İ HESAB |
Hesap bilgisi, aritmetik, matematik. |
İLM-İ HEY'ET |
Gökler ve yıldızlar ilmi. Astronomi. |
İLM-İ HURUF |
Gr: Harflerden mâna çıkarıp tefsir etmek ilmi. (Ebced hesabında olduğu gibi) |
İLM-İ İCTİMAÎ |
İçtimaî hayat ilmi. Toplu yaşayış ve cemiyet bilgisi. Sosyoloji. |
İLM-İ KELÂM |
Cenab-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarından ve nübüvvet ve itikada ait mes'elelerinden İslâmî esaslar dairesinde bahseden ilim. Usul-üd din de denir. Bu hususlara çalışan İslâm allâmelerine "Mütekellimîn" denir. |
İLM-İ KIRAAT |
Usul ve kaidesine uygun olarak Kur'an-ı Kerimin okunması ilmi. Bak: (Kıraat) ve (Kıraat-ı seb'a) ve (Fenn-i kıraat) |
İLM-İ LEDÜN |
(Bak: Ledün) |
İLM-İ MEVALİD |
Tabiat, eşya ilmi. Hayvanat, nebatât ve maddelerine ait ilim. |
İLM-İ NÜCUM (İLM-İ TENCİM) |
İlm-i Ahkâm-ı Nücum da denir. Yıldızların ahvalinden, hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak ve araştırmak ilmidir. |
İLM-İ RİVAYET |
(Bak: İlm-i Hadis) |
İLM-İ RUH |
Ruh ilmi. Psikoloji. |
İLM-İ TABAKAT-ÜL ARZ |
Arzın tabakalarından bahseden ilim. Jeoloji. |
İLM-İ TEVHİD |
Allah'ın varlığı ve birliğini isbat ve izah etme ilmi. * Akaide müteallik hadis-i şeriflere ehl-i hadis ıstılahında İlm-i Tevhid tabir edilir. |
İLM-İ USUL |
Delillerden hüküm nasıl çıkarıldığını öğreten ilim. (Usul-ü fıkıh, Usul-ü şeri'at veya hikmet-i teşriiye de denir.) |
İLM-İ USUL-ÜD DİN |
(Bak: İlm-i Kelâm) |
İLMA |
Çalma, hırsızlama, sirkat. |
İLMA' |
Parlatma. * İşaret etme. |
İLMAH |
Hemen gösterip çabucak yok etme. * Bir şeyi parlatma. * Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme. |
İLMAM |
İki şey birbirine yaklaşma. * Küçük günah işleme. |
İLMÎ |
İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan. |
İLMİYE |
Fıkıh ve şeriat ilimleri, iman ve Kur'an hakikatları ve tahkiki iman dersleri ile iştigal eden zatların mensub oldukları yol. Alimlerin mesleği. |
İLMİYE KIYAFETİ |
İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde üst tabakayı teşkil eden ricâl kısmı, lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin, "İlmiye" maddesinde yazılı, resmi günlere mahsus kıyafetleri de vardı. (O.T.D.S.) |
İLMİYE RİCALİ |
İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine "ricâl-i ilmiye" tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut biniş giyerlerdi. |
İLMİYE RÜTBELERİ |
İlmiye denilen ulema sınıfına mahsus rütbeler. Rütbeler, aşağıdan üste doğru şöyle idi: Müderrislik, kibar-ı müderrisîn, mahreç mevleviyeti, bilâd-ı hamse mevleviyeti, Haremeyn-iş şerifeyn mevleviyeti, İstanbul kadılığı, Anadolu ve Rumeli kazaskerliği. |
İLMÜHABER |
(İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika. * Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları getiren adamın eline verilen pusula. |
İLSAK |
Yapışmak. Bitişmek. Ulaşmak. Yapıştırılma. Kavuşturulmak. |
İLTİAB |
Oynama. Oyun oynama. |
İLTİAK |
Rengi bozulma, rengi değişme. |
İLTİAN |
(Bak: Lian) |
İLTİBAS |
Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık. * Tereddüt. Şüphe. |
İLTİCA |
Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek. |
İLTİCAC |
Karışık olma, karışma. * Sığınma. İltica etme. |
İLTİCAGÂH |
f. Sığınılacak yer. Sığınacak şey. Sığınak. |
İLTİDA' |
Yalvarma. |
İLTİFAF |
Örtünme, sarınma. * Çiçeklerin katmerleşmesi. |
İLTİFAT |
Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek. * Dikkat, itina. * Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu dışına çıkmadan- sözün ve hitabın yönünü değiştirme san'atıdır. Meselâ: (Asım'ın nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecekŞüheda gövdesi, bir baksana, dağlar taşlar.O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar.Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor,Bir hilâl uğruna ya Rab ne güneşler batıyor! Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker,Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.Mehmed Akif Ersoy) |
İLTİFATAT |
İltifatlar. |
İLTİFATKÂR |
İltifat eden, mültefit. Hal hatır sorup gönül alan. |
İLTİFATKÂRANE |
f. İltifat edene yakışır şekilde. |
İLTİFATPERVER |
f. İltifat eden, iltifatkâr, mültefit. |
İLTİHA' |
Oynama, eğlenme. |
İLTİHA' |
(Lihye. den) Sakal bırakma. * Kabuk soyma. |
İLTİHAB |
Caddede gitmek. Geniş yolda yürümek. |
İLTİHAB |
Alevlenmek. Yanmak. * Tıb: Bir uzuvda olan hararet, yanma. Cerahat toplanıp yaranın hararetlenmesi. |
İLTİHAB-I A'VER |
Tıb: Körbağırsağın iltihabı. |
İLTİHAB-I EDEME |
Tıb: Cildin iltihablanarak katılaşması. |
İLTİHAB-I KEBED |
Tıb: Karaciğer iltihabı. |
İLTİHABAT |
(İltihab. C.) İltihablar, alevlenmeler. |
İLTİHABÎ |
İltihabla alâkalı. |
İLTİHAF |
(Lihaf. dan) Sarılıp bürünme. Örtünme. |
İLTİHAF |
Parlama, yanma. |
İLTİHAK |
Karışmak. Katılmak. Yetişmek. Bitişmek. |
İLTİHAM |
Yaranın iyi olup ağzının kapanması, etlenerek iyileşmesi. * Muharebenin kızışması. |
İLTİHAP |
(Bak: İltihab) |
İLTİHAS |
Açlık veya susuzluktan dolayı soluma. |
İLTİHAT |
Öfkelenme, kızma, gazaba gelme, hiddet etme. |
İLTİKA |
Rast gelmek. Buluşmak. Kavuşmak. * Kavuşturulmak. |
İLTİKA' |
İnsanın rengi değişmek. Benzi sararmak. |
İLTİKAM |
(Lokma. dan) Lokma etme, yutma. |
İLTİKAT |
Yere düşen şeyi almak. * Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak. (Bak: Lükata) |
İLTİMA |
Sararıp solmak. Renk değiştirmek. |
İLTİMA' |
Parıldamak. Işıldamak. * Kapıp almak. |
İLTİMA-İ KEVAKİB |
Yıldızların parıldaması. |
İLTİMAH |
(Lemh. den) Bir şeye şaşkın şaşkın bakınma. |
İLTİMAM |
Bir kimseyi ziyaret etme. * Konma, konup durma. |
İLTİMAS |
Tavsiye. Rica. İstirham. * Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak. * Yapılmasını isteme. |
İLTİMASAT |
(İltimas. C.) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar. * Kayırmalar, tutmalar. |
İLTİMASGERDE |
f. İltimas edilen, kayırılan. |
İLTİMASNAME |
f. İltimas mektubu. Kayırma yapılması için yazılan mektub. |
İLTİSAK |
Rutubetlenmek, ıslanmak. |
İLTİSAK |
İki uzvun birbirine yapışık olması. * Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak. Yapışık olmak. |
İLTİSAK-I ECFAN |
Tıb : Ağrı ve sızıdan dolayı gözkapaklarının birbirine bitişmesi. |
İLTİSAKÎ |
İltisakla alâkalı. * Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen. |
İLTİSAM |
Örtünmek, yaşmaklanmak, ağzını örtmek. * Öpmek, takbil eylemek, öpülmek. |
İLTİSAM-I NİSVAN |
Kadınların örtünmeleri. |
İLTİTAM |
Dalgalanma, temevvüc. |
İLTİVA |
Burulmak. * Kıvrılmak, bükülmek. * Sarılıp birbirine dolaşmak. * Dalgalanma. * Eğri durma. * Nehrin dolaşıklı bir yatağı olma. |
İLTİVA-Yİ EM'Â |
Tıb: Bağırsağın kendi üzerine helezoni biçimde kıvrılması. |
İLTİYA' |
Heyecanlanmak, iç alevlenmesi. * İç sıkıntısı çekme, dertlenme. |
İLTİYAH |
Vücudun güneşten yanması. * Susama. * Şimşek çakma. * Yıldızın parıltısı. |
İLTİYAH |
Mayalanmak. * Karışmak. |
İLTİYAK |
Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma. |
İLTİYAM |
Yaranın kapanıp iyi olması. * Cem' olmak. * Zemmolunmak.(Hayatın yarası iltiyam bulur. İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir. M.) |
İLTİYAM-PEZİR |
f. İyi olabilir, kapanabilir yara. |
İLTİYAM-NÂPEZİR |
f. İyi olmaz, kapanmaz yara. |
İLTİZAK |
Yapışma, birleşme. |
İLTİZAK-I ESABİ' |
Parmakların yapışması. |
İLTİZAM |
Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. * Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma. * Onyedinci y.y. dan itibâren devlete gelir getiren kaynaklar, yavaş yavaş belirli bedel karşılığında şahıslara verilmeğe başlandı. Bu usulün adı iltizamdı. İltizamı üzerine alan kimseler, yani mültezimler; geliri devlete peşin olarak öderler, sonra bunu halktan tahsil ederlerdi. (Bak: Mültezim)(Dimağda merâtib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor sonra iz'an oluyor.Sonra gelir iltizam, sonra i'tikad gelir.i'tikadın başkadır, iltizamın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet: Salâbet i'tikaddan.Taassub iltizamdan, imtisal iz'andan, tasdikten iltizam, taakkulde bitaraf, bibehre tasavvurda. Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek her demde.Sâfi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. S.) |
İLTİZAMEN |
İltizam yoluyla, iltizam suretiyle. |
İLTİZAMİYE |
Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik. |
İLTİZAZ |
(Lezzet. den) Lezzet duyma, hoş ve lâtif bulma. |
İLTİZAZAT |
(İltizaz. C.) İltizazlar, lezzet duymalar. |
İLVA |
Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek. * Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek. * Birinin hakkını inkâr eylemek. * Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek. |
İLVİNAN |
Renklenme, televvün. |
İLYAS (ALEYHİSSELÂM) |
Benî İsrail peygamberlerinden olup, Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen ve Tevrat'ta "Ella" diye mezkûr olan bir Peygamberin ism-i mübarekidir. M.Ö. 9. asırda yaşamış olup ondan sonra Elyesa (A.S.) Peygamber olmuştur. İlyâs (A.S.), zamanının hükümdarıyla çok mücadele etmiş, çok zaman mağaralarda yaşamış, çok mu'cizeler göstermiştir. (Bak: Merâtib-i hayat) |
İLYASÎN |
İlyas demektir. Bazı kıraetlerde "âl yasin" okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, "el yasin" suretinde yazılır.Yasin, İlyas Aleyhisselâm'ın babası olmakla Âl-i Yasin, yine İlyas demek olur. Yasin bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre, bazıları Âl-i Yasin'den murad; ümmet-i Muhammed (A.S.M.) olduğunu söylemişlerdir. (E.T.) |
İLYE |
Sağrı, but. Kalçanın üst kısmı. |
İLYETEYN |
Kaba etler. Sağ ve sol butlar. |
İLZAK |
(Lazk. dan) Yapıştırma. |
İLZAM |
Muaraza veya muhakemede delil göstererek muhalifini susturmak, iskât etmek. Söz ve fikirde galibiyet. İltizam ettirmek. İsnad ve isbat etmek. |
İLZAMİYAT |
Bir kimseyi ilzam edip susturmak için söylenen sözler. |
İMA |
İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret. |
İ'MA |
Kör etme, âmâ yapma. |
İMA' |
(Emen. C.) Câriyeler, kadın esirler. |
İMAAT |
(İmâ. C.) İşaretler. İmâlar. |
İMAD |
Direk, kolon. * Temel, esas. * Kuvvet. * Bir kavmin reisi ve başta geleni. * Yüksek bina. |
İMAD-ÜD DİN |
Dinin direği. |
İ'MAD |
Direk dikme. |
İMAEN |
İşaret vererek. İşaret ederek. |
İ'MAK |
Derinleştirme. Bir şeyin derinliğine varma. |
İ'MAK-I Bİ'R |
Kuyunun derinleştirilmesi. |
İ'MAL |
Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek. * Kullanmak. * Zabt, idare ve hâkimlik etmek. * Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek. |
İ'MALAT |
Bir memlekette veya bir fabrikada yapılan işler ve eserler. |
İMALAT |
(İmale. C.) İmaleler. Meylettirmeler. Eğmeler. |
İMALE |
Bir tarafa meylettirmek. Bir tarafa eğmek. * Benzetmek. * Mal vermek. * Edb: Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak. |
İ'MALGÂH |
f. Fabrika, atölye. |
İMAM |
Öne geçmek. * Önde ve ileride olan. Delil ve rehber. * Cemaate namaz kıldıran. * İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan. * Bir mahallenin lüzumlu işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret eden. * Müslümanların imamı olan halife ve askerlerin başı. Sultan. Hâkim. Reis. * Ümmetin reisi. İslâm hükümetlerinde Devlet Reisi. * Hz. Ali (R.A.) neslinden gelen zât. * Dershanede günlük talim ve dersler için talebelerin önlerine konan tahtalar. * Kıble tarafı. |
İMAM-I ALİ (R.A.) |
(Bak: Ali-ül Murtaza) |
İMAM-I ALİ NAKİ |
(Hi: 212-254) Eimme-i İsnâ Aşer'den onuncu zât olup, manevi büyük nüfuz ve takva sahibi, ehl-i kemal bir zâttır. Ali İbn-i Muhammed Hâdi diye de bilinir. (R.A.) |
İMAM-I ALİ RIZA |
(Hi: 153 de Medine-i Münevvere'de doğmuştur.) Eimme-i İsnâ Aşer'in yedincisidir. İmam-ı Musa Kâzım'ın oğludur. Tus; yani Meşhed'de medfun olup kabri ziyaretgâhtır. (R.A.) |
İMAM-I A'ZAM |
(Hi: 80-150) Hanefi Mezhebinin imamı. Asıl ismi: Ebu Hanife Nu'man bin Sâbit'tir. Bağdatlı olup Abbasiler devrinde yaşamıştır. Fıkıh ilminin en ileri geleni olup, bu ilmin tedvin ve tervicinde çok büyük hizmet etmiştir. Böyle zâtların vicdan-ı umumiye nezdinde idareyi, hak ve adalette selâmet için, mânevi mürakabeleri çok ehemmiyetli bir husus olduğundan, teklif edilen Kadılık Makamını, hapse ve işkencelere mâruz kaldığı halde kabul etmemiştir. Kudsi vazifesi, siyasetçe muhtelif düşünen müslümanların hepsine şâmil olması sebebi ile bilfiil siyasete girmemiştir. (K.S.) |
İMAM-I BEYHAKÎ |
(Bak: Beyhaki) |
İMAM-I BUHARÎ |
(Bak: Buhari.) |
İMAM-I BUSİRÎ |
(Mi: 1213-1295) İmam-ı Muhammed bin Said "Busayrî" diye bilinir. Kaside-i Bür'e ve Hemziyesi ile meşhur üstün bir İslâm şâiridir. |
İMAM-I CA'FER-İ SÂDIK |
(Hi: 83-148) Hazret-i Ali'nin (R.A.) torununun torunudur. Medine-i Münevvere'de yaşamıştır. Annesi, Hazret-i Ebu Bekir'in soyundandır. Mânevi nüfuzu çok ileri idi, dine büyük hizmetleri görüldü. Demiştir ki: "Kim nefsi için nefsi ile mücâhede ederse, keramete kavuşur, kim de Allah için nefsi ile mücâhede ederse, Allah'a kavuşur." Eimme-i İsnâ Aşerin altıncısıdır. (K.S.) |
İMAM-I EBU YUSUF |
(Hi: 113-182) İmam-ı A'zam'ın fıkha dair eserlerini te'lif etmiştir. Fıkıh sahasının büyük imamlarındandır. Dedesi Sahabe-i Kiramdan Sa'd'dır. (R.A.) İmam-ı Muhammed'le ikisine Fıkıh kitablarında "İmameyn" denir. (K.S.) |
İMAM-I GAZALÎ |
Ahirete irtihâli Hi: 505 dir. "Hüccet-ül İslâm İmam-ı Muhammed Gazalî" diye anılır. O zamanın felsefesinin bâtıl akidelerini red ve cerh ederek Kur'anın eşsizliğini ve hakkaniyet ve mu'cizeliğini isbat etmiş pek çok eserler vermiştir. (K.S.) |
İMAM-I HANBELÎ |
(Hi: 164-241) (Ahmed İbn-i Muhammed İbn-i Hanbelî) Hanbelî Mezhebinin imamı olup ezberinde bir milyon hadis vardı. Müsned adlı kitabında otuzbin hadis mevcuttur. Zühd ve takvası çok ileri idi. (K.S.) |
İMAM-I MÂLİK |
(Hi: 93-179) Medine-i Münevvere'de doğdu. İmâm Mâlik bin Enes diye anılır. Mâlikî Mezhebinin imamı. El-Muvatta isimli eseri, "Kütüb-ü Sitte"ye dahil olacak kıymettedir. Mezhebinin mensubları, Afrika ve Endülüs'te çok yayılmıştır. Bu mezhepte olana "Malikî" denir. |
İMAM-I MATÜRİDÎ |
(Bak: Matüridî) |
İMAM-I MUHAMMED |
(Hi: 135-189) Kufe'de yetişti. 99 kitab te'lif etmiştir. İmâm-ı Mâlik'ten hadis okudu. En meşhur Hanefî fakihlerindendir. (K.S.) |
İMAM-I MUHAMMED BÂKIR |
(Hi: 75-117) Hz. İmam Zeynelâbidin'in oğlu, Hz. İmam-ı Hüseyin'in torundur. Hz. İmam-ı Ca'fer-i Sadık'ın babasıdır. On iki imamın beşincisidir. Büyük bir âlim ve en meşhur velilerdendir (K.S) |
İMAM-I MÜBİN |
İlim ve emr-i İlâhînin bir nev'ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.(...Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlâhînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san'atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlâhînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ; bir çekirdek bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tâyin eden o evamir-i tekviniyyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir...Şu mânadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsı ile ve hükmü ile, zerrat, vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevkedilir. Amma Kitab-ı Mübin ise; âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hâzıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin kader defteri ise, Kitab-ı Mübin kudret defteridir. Yani, her şey vücudunda, mahiyetinde ve sıfat ve şuunâtında kemal-i san'at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip, birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki; her bir şeyin hususî vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. S.) |
İMAM-I RABBANÎ |
(Bak: Ahmed-i Farukî)(Silsile-i Nakşi'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-ı imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve keramata tercih ederim."Hem demiş ki: "Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."Hem demiş ki: "Velâyet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velâyettir, biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübradır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."Hem demiş ki: "Tarik-ı Nakşide iki kanad ile sülûk edilir." Yâni: "Hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Öyle ise tarik-ı Nakşinin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi : Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.Üçüncüsü : Tasavvuf yoliyle emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyle sülûk etmektir. Birincisi Farz, ikinci Vâcib, bu üçüncüsü ise Sünnet hükmündedir.Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şâh-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. M.) |
İMAM-I REMLÎ |
(Bak: Remlî) |
İMAM-I ŞÂFİÎ |
(Hi: 150-204) İmam-ı Abdullah bin Muhammed diye de anılır. Üçüncü ceddi olan Şâfiî, hayatında Resulüllâh'ı (A.S.M.) gördüğü için o isimle anılır. Nesebi, Abd-i Menaf'da Peygamberimiz (A.S.M.) ile birleşir. Gençliğinde çok fakir bir hayat yaşadı. Çok ileri muhaddis ve müfessir-i Kur'andır. Usul-ü Hadis ve Fıkha dair te'lifatı vardır. Şâfiî Mezhebinin imamıdır. Tıb, şiir ve edebiyatta da çok ileridir. (K.S.) |
İMAM-I TABERANÎ |
(Süleyman bin Ahmed Taberanî) Hadis âlimidir. Şam'da Taberiyye'de doğmuş ve orada vefat etmiştir. (260-360) Kebir, Evsat ve Sagir hadis kitablarını yazmak için 33 sene Irak, Hicaz, Yemen, Mısır ve başka yerleri dolaşmıştır. |
İMAME |
İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh. * Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık. * Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane. |
İMAMET |
İmamlık. Namazda cemaati idare eden zâtın hal ve sıfatı. * Halifelik.İmamet iki kısma ayrılır:1- İmamet-i suğra: Namazda cemaate yapılan imamlık.2- İmamet-i kübra : Emir-ül mü'minîn olmak. Yani müslümanlar arasında riyaset-i âmmeyi hâiz bulunmaktır. |
İMAMEVİ |
t. Eskiden kadınlara mahsus hapishane. |
İMAMEYN |
İki İmam. * Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında "İmameyn" dendiği zaman "İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed" anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî Hz.lerine söylenir. |
İMAMZADE |
İmam oğlu. Babası imam veya imam ünvanını hâiz olan adam. |
İM'AN |
Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek. * Bir adamın hakkını ikrar eylemek. * Pek uzağa koşmak ve bir hususta hakkı mütecaviz olmak üzere, mübalâğa ve içtihad etmek. |
İM'AN-I NAZAR |
Bir işi dikkatle düşünmek; inceden inceye bakmak ve tedkik etmek. |
İMAN |
İnanmak. İtikad. Hakkı kabul, tasdik ve iz'ân etmek. İslâmiyeti kabul edip amel etmek. Dini bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmek. "Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmâlen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur."(Öyle ise iman, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki; vicdanın iç yüzünü tamamiyle ışıklandırır ve bu sâyede, bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarafe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvvet-i maneviye husule gelir ki; insan o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki; insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir. İ.İ.)(Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeğe başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semâviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeğe başlar. Bakar ki, hayati hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki; vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emânî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hâle gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı? İ.İ.) |
İMAN-I BİL-ÂHİRET |
Âhirete, öldükten sonra dirileceğine, haşir ve neşre, Cennet ve Cehennem'e inanmak.(Evet, subutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görülür. Şöyle ki:Biri dese: Süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, küre-i arz üzerinde vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca dâvasını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için küre-i arzı bütün görmek ve göstermekle dâvasını isbat edebilir. Aynen öyle de: Cennet'i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhâtını, meyvelerini, asârını gösterdiklerinden kat'-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir; ademini gösterebilir. S.) |
İMAN-I BİLLÂH |
Allah'a ve O'nun sıfatlarına inanmak. |
İMAN-I İCMALÎ |
İcmalî iman, yani; taraf-ı Nebevîden tebliğ buyurulan şeylerin hey'et-i mecmualarına inanmak, yâni; "Her ne tebliğ buyruldu ise; cümlesi haktır" diye tasdik etmektir. |
İMAN-I MAKBUL |
Mü'minlerin imanı. |
İMAN-I MERDUD |
Münafık olan kimselerin imanı. |
İMAN-I TAHKİKÎ |
İmana aid bütün mes'eleleri yakînî surette tedkik ile bilmek ve yaşamak ve tahkikî iman derslerini veren ve taklidî imanı tahkike tebdil eden eserleri sadakatla okumak neticesinde hâsıl olan sağlam, sarsılmaz iman. (Mü'minin kalbi tasdik nuru ile o derece münevver olmasıdır ki, o nur bütün letaif-i insaniyyeye nüfuz eder.) |
İMAN-I TAKLİDÎ |
Az şüphelere mağlup olabilen, başkalarını takliden olan iman. Tahkik ehline ait olmayan, câhillere mahsus iman. |
İMAN-I YE'S |
Çaresiz kalan, hayatından ümidsiz olan bir kimsenin imanı. |
İ'MAR |
Yapmak. Tâmir etmek. Şenlendirmek. Mâmur kılmak. Harabilik ve ıssızlıktan kurtarmak. |
İMARAT |
(İmaret. C.) İmaretler, genel aşevleri. |
İMARET |
Emirlik. Beylik. |
İMARET |
Mâmur etmek, şenlendirmek. Mâmurluk. * Hayrat için fakirlere yemek verilen yer. (Bak: Amâir) |
İMARET KEMERİ |
Eskiden medresenin en güçlü, kuvvetli, kıdemli ve sözü dinlenen talebesi hakkında kullanılır bir tabirdi. Ayrıca bu tabir, medrese talebelerinden iaşe işlerine bakmak üzere bir sene müddetle seçilenler hakkında da kullanılırdı. Bunlar, bellerine kemer taktıkları için bu isim verilmişti. |
İMATA |
Uzaklaştırma yahut uzaklaştırılma. |
İMATE |
Ölü hale getirmek. Öldürmek. Fena etmek. |
İMATE-İ VAKT |
Vakit öldürme. Boşu boşuna zaman harcama. |
İMBİK |
(Bak: İnbik) |
İMDAD |
Yardım. Yardıma yetişmek. "Yetişin, kurtarın" mânasında da kullanılır. * Yardıma gönderilen kuvvet. * Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek. |
İMDADİYE |
Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana "imdadiye-i seferiye", açığı kapatmak gayesiyle alınana da "imdadiye-i hazariye" denilirdi. |
İMECE |
Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra ile bitirilmesi. |
İMHA |
Bozmak, yok etmek, mahvetmek. Yıkmak. Zâil etmek. |
İMHA |
Keskinletme, bileme. |
İMHAK |
Kararma. * Bereketsiz. |
İMHAL |
Mühlet verme. Sonraya kalmasına müsaade etme. |
İMHAR |
Hâtun için mehr tayin etmek. Evleneceği kız veya kadın için mehr tayin etmek. |
İMHAZ |
Doğrulukla yapma. |
İMKÂN |
Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus) |
İMKÂN-I ÂDÎ |
Zâtında dâima mümkün olan. Her zaman olabilen. Olmasında bir mânia bulunmayan. |
İMKÂN-I AKLÎ |
Man: Aklen mümkün bilinen. * Aklen mümkün olma. |
İMKÂN-I ÖRFÎ |
Emsaline pek az rastlanan hârika bir âdet veya keramet gibi. |
İMKÂN-I VEHMÎ |
Vehimle bir şeyi mümkün görmek, zannetmek. |
İMKÂN-I ZÂTÎ |
Vukuu mümkün olan iş. Bir şeyin, aslında mümkün olması. |
İMKÂN-I ZİHNÎ |
Bir şeyin mümkün olabileceğini zihinle düşünmek.(Vesveseli adam imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibas eder. Yani, bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, İlm-i Kelâm'ın kaidelerindendir ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zaruret-i zihniyyeye zıddiyyeti yoktur. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz'in yere batması zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz. Şüphesiz biliyoruz ve o ihtimâl-i imkânî ve o imkân-ı zâtî bize şek vermez, bir şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zatında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulu' etmesin. Halbuki bu imkân, yakînimize zarar vermez, şüphe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ: Hakaik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyyenin tuluuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. Hem "lâ ibrete li-l-ihtimali-l-gayri-n-nâşi an delilin" yani: "Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur" olan kaide-i meşhure, hem usul-üd din, hem usul-ü fıkhın kaide-i mukarreresindendir. S.) |
İMKÂNAT |
Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler. |
İMLA |
Doldurma, doldurulma. * Yazı yazma. (Dikte) * Bir dildeki kelime ve sözleri doğru yazma bilgisi. * Müddeti mühlet vererek uzatma. |
İMLAK |
Çok fakir düşmek. |
İMLAK |
Mülk sahibi olmak. * Bey etmek. * Evlendirmek. |
İMLAL |
(Melâl. den) Usandırma veya usandırılma. |
İMLAS |
Karanlık. * Karışma. * Koyunun tüyü dökülme. |
İMLİSE |
Çöl, sahra. |
İMLİSÎ |
Hırsız, sârık. |
İMMA |
(Terdid edatıdır) "Ya, veya" diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder. |
İMMİSAR |
(İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. * Hâil, perde. |
İMPARATOR |
Lât. Büyük kral. Birkaç devlete hükmünü geçiren büyük hükümdar. Tahta çıkan kadın olursa ona imparatoriçe denir. |
İMRAC |
Ahde vefa etmeme, sözden cayma. * Hayvanı çayıra salıverme. |
İMRAN |
Hz. Meryemin babası. (Bak: Âl-i İmran) |
İMRAR |
Geçirmek. Mürur ettirmek. * İpi sağlam bükmek. * Acıtmak. Acı olmak. |
İMRAR-I EVKAT |
Vakitleri geçirmek. |
İMRAZ |
İllet sahibi olmak. Hasta etmek. Bir kimseyi hasta bulmak. |
İMREE(T) |
Kadın. Hâtun. Avrat. |
İMRUZ |
f. Bugün. |
İMSA |
Akşama kalma. * Bozma. |
İMSAK |
Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme. * Oruca başlama zamanı. * Hapsetmek. * Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek. * Yemez içmez adamın hâli. Cimrilik, hasislik, pintilik. |
İMSAKİYE |
Ramazanda imsak vakitlerini gösteren cetvel. |
İMSAL |
Boşuboşuna sarfetme, lüzumsuz yere harcama. Har vurup harman savurma. |
İMSAS |
(Mass. dan) Emdirme, emdirilme. * Tıb: Suda erimiş ilâcı şırınga etmek. |
İMSAS |
Değdirmek. Elle tutmak. Meshetmek. |
İMŞEB |
f. Bu gece. |
İMTAR |
Yağdırma veya yağdırılma. |
İMTAR-I AHCÂR |
Taş yağdırma. |
İMTAR-I MATAR |
Yağmur yağdırma. |
İMTİDAD |
Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. * Boy. Tul. Uzunluk. * Feza, uzay. |
İMTİDAH |
(Medh. den) Medhetme, övme. |
İMTİDAH |
Aşma, taşma. |
İMTİHA' |
(Mahv. dan) Mahvolma, perişan olma, yok olma. |
İMTİHA' |
Bileme veya bilenilme, yahut da bilenme. |
İMTİHA-Yİ SEYF |
Kılıcın bilenmesi, keskinleştirilmesi. |
İMTİHAK |
Bozulma. |
İMTİHAN |
Deneme, Tecrübe etmek. * Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için çok dikkatle düşünmek. * Salâhiyet veya salâhiyetsizliğini anlamak için yapılan teftiş ve tecrübe.(Hakîm-i Ezeli, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizası ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esmâ-i hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış ve tecrübe ve imtihan ise neşv ü nemâya sebeptir. O neşv ü nemâ ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-ı nisbiyenin zuhuruna sebebtir. Hakaik-ı nisbiyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâlin esmâ-i hüsnâsının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniyye suretine çevirmesine sebeptir. İşte bu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki; ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.İşte, bu mezkur sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklere cem'ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esmâ-i Hüsnâ hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamiyle yazdı. Kudret, nukuş-u san'atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini ifa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, mânasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni-i Kadir'in bütün mu'cizat-ı kudretini, umum havârık-ı san'atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedi manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni-i Zülcelâl'in hikmet-i sermediyyesi ve inayet-i ezeliyyesi; o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o Esmâ-i Hüsna'nın tecellilerinin hakikatlarını, o kalem-i kader mektubatının hakaikını, o nümune-misal nukuş-u san'atının asıllarını, o vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı mahlukatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri mânaların hakikatlarını ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübra açmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların göstermesini ve esbab-ı zâhiriyyenin perdesinin yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlik-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatları iktiza etti ve o mezkur hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tagayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedileştirmek için o zıtların tasfiyesini istedi ve tagayyürün esbabını ve ihtilâfatın maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyameti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde cehennem, ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri $ tehdidine mazhar olacak. Cennet; ebedî, haşmetli bir suret giyerek ehli ve ashabı $ hitabına mazhar olacak. S.) |
İMTİHAN |
Hor ve zelil kılmak. |
İMTİHAZ |
Hâlis, katıksız ve saf olma. Durulanma. |
İMTİKÂR |
(Mekr. den) Oyuna kanma, aldanma. |
İMTİLA' |
Dolma. Dolgunluk. * Tıb: Kan durma, kan toplanma. |
İMTİLA-İ MİDE |
Mide dolgunluğu. |
İMTİLAL |
Bir millete karışma. |
İMTİNA' |
Feragat edip geri durma. * Muvafakat etmeme. Çekinme. İstememe. Yapmama. * İmkânsızlık, mümkün olmayış. |
İMTİNA-İ ÂDİ |
Bir şeyin olması âdeta mümkün olmamak. |
İMTİNA-İ HAKİKİ |
Bir şeyin mümkün olmamasının aklen zaruri olması. (Meselâ: Bir kimse kendinden yaş bakımından büyük olan başka bir kimse hakkında: "Bu benim oğlumdur" diye iddia etse, dâvâsı dinlenmez. Çünkü, kendinden yaşça büyük bir adamın, kendisinin neslen oğlu olması aklen muhaldir.) |
İMTİNAN |
Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına kakmak. * Memnun olmak. * Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu şeye nâil olmak. |
İMTİRA' |
Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma. * Şüphelenme, kuşkulanma. * Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık. |
İMTİRAS |
Sürtünme, kaşınma. |
İMTİRAS-I HİMAR |
Eşeğin sürtünüp kaşınması. |
İMTİSAL |
Nümune kabul etme. * Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme. * Mesel ve kıssa söyleme. * Bir şeyin suretine girme. * Muvafakat ve mutabakat etme. * Katili kısas etme. (Bak: Dimağ) |
İMTİSALEN |
Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak. |
İMTİSAR |
(Bak: İmmisar) |
İMTİSAS |
Emerek çekilmek, emmek, emilmek. Hazmolunmuş olan maddelerin, damarlar tarafından emilmesi. |
İMTİŞAT |
Tarama. Saç veya sakal tarama. |
İMTİYAZ |
Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak. * Resmi veya hususi izin. * Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da bir hey'ete tahsis edilmesi. |
İMTİYAZAT |
(İmtiyâz. C.) İmtiyâzlar, izinler, müsâadeler. |
İMTİYAZ MADALYASI |
2. Abdülhamid'in 11/10/1885 tarihli emriyle devlet ve memleket yararına hizmet edenlere, vazifeyle gönderildikleri yerde başarı gösterenlere verilmek üzere çıkarılan madalya. Altun ve gümüşten olmak üzere iki çeşit olan bu madalyaların ön yüzünde II. Abdülhamid'in "Elgazi" tuğrası, bunun altında saltanat arması yer alır. Arka yüzünde: "Devlet-i Osmaniye uğrunda fevkalâde ibraz-ı sadakat ve şecaat edenlere mahsus madalyadır" yazısı altında madalyayı alacak olanın adının yazılacağı boş bir bölüm vardır. En altta 1300 rakamı okunmaktadır. |
İMTİZAC |
Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak. |
İMTİZAC-I ELVAN |
Renklerin uygunluğu. |
İMTİZACAT |
(İmtizac. C.) İmtizaclar. |
İMTİZACKÂR |
f. Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette. |
İMZA |
Kendi ismini veya kendine ait bir işareti, kendisinin kabullenerek yazması. * İcra ve tamam eylemek. |
İMZA-İ KAZA |
Huk: Verilen hükmü infaz edip yerine getirme. |
İMZA-Yİ PADİŞAHÎ |
Padişahın imzası. Osmanlı Padişahları tarafından vaktiyle hükümdarlara yazılan name-i hümayunların kenarlarına altun yaldızla imza konurdu. Bunlara imza-yı padişahî denilirdi. |
ÎN |
İri ve güzel gözlüler.İN : Yabani hayvanların barınağı, yuvası. Mağara. |
İNA' |
Kap-kacak, tencere gibi lüzumlu ev eşyası. * Bir şeyin vakti gelip çatmak. |
İNA |
Uzaklaştırma. |
İ'NA |
Zahmete uğramak. |
İNA' |
Yemiş toplama zamanı gelme. |
İNA |
Geciktirme, alıkoyma, zayıf düşürme. |
İNABE |
Günahları terk ile Hakka dönüş. Hakka tâbi bir mürşide bağlanmak. (Hakk'a ikbal ü teveccüh ve âyât-ı hakkı teemmül ile tevbedir ki, asl-ı hakikatı hayır nöbetine girmek demektir.) (E.T.) |
İ'NAC |
Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma. |
İ'NAD |
Dinmeden akma. * Çekişme. |
İNAD |
Israr, muannidlik, ayak direme, dediğinden vazgeçmeme. |
İNADEN |
İnad olsun diye. Tersine olarak. |
İNADİYE |
Eşyanın hakikatlarını, varlığını inkâr eden bir zümre. (Bak: Sofizm) |
İNAF |
Bir kimseyi, bir şeyden vazgeçirmeğe çalışmak. |
İ'NAF |
Sertlik etme. |
İNAHA |
(Deve) Çökerme. |
İNAK |
Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma. |
İNAK |
Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.* Müsteşar, müşavir. * İstişare, re'y. |
İNAKA |
Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme. |
İN'AL |
Nallama veya nallama. |
İNALE |
Kavuşturma, vâsıl etme, nâil etme, ulaştırma. * Yemin, kasem, and. * İhsanda bulunma, bağışta bulunma. |
İN'AM |
Nimet vermek. İhsan etmek. * Doğruya sevketmek, hidâyete ulaştırmak. * İyilik etmek, bahşiş vermek. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında yeniçerilerin aylıklarına yapılan zam. (Bak: Nimet) |
İN'AMAT |
(İn'am. C.) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler. |
İN'AMAT-I KÜLLİYE |
Bütün in'amlar. Cenab-ı Hakk'ın mahlukata, hususan insanlara hadsiz nimetler ihsan etmesi. |
İNAME |
Uyutma. * Kıtlık. |
İNAME-İ ETFAL |
Çocukların uyutulması. |
İN'AMPERVER |
f. Nimetlerle bezeyen, çok nimet veren. Tehlikelerden sâlim kılan. |
İNAN |
Dizgin. * İdare etme, yürütme. |
İ'NAN |
Büyü ile bağlanma. |
İNAN |
f. Bu kimseler, bunlar. (İşaret zamiridir). |
İNANGERDAN |
f. Dizgin çevirme, geri dönme. |
İNANGİR |
f. Dizgin yakalama. Dizgin tutma. |
İNANKEŞ |
f. Dizgin çeken, hasaplı giden. |
İNANRİZ |
f. Dizgin bırakmış, koşturan. |
İNANTAB |
f. Dizgin çevirip dönen. |
İNARE |
(Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma. |
İNAS |
(Ünsâ. C.) Kadınlar, kızlar. |
İNAS |
(Üns. den) Alıştırma, ünsiyet ettirme. * Görme, bilme. |
İN'AŞ |
Harekete getirme, canlılık kazandırma. Yukarı kaldırma. |
İ'NAT |
Zahmete uğratma, meşakkate maruz bırakma. * Edb: Mukayyed kafiye ve mukayyed seci' san'atı. |
İNAYAT |
(İnayet. C.) İnayetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. |
İNAYET |
Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak. |
İNAYET-İ RABBANİYE |
Allah'ın inayeti. |
İNAYET-İ ŞÂMİLE |
f. Herkese ait umumi inayet ve yardım. |
İNAYET DELİLİ |
(Bak: Delil-i inayet) |
İNAYETEN |
İnayet, yardım ve iyilik olarak. |
İNAYETHAH |
f. İnayet isteyen, meded bekleyen. |
İNAYETKÂR |
f. Yardım ve iyilik eden. Lütuf ve inayette bulunan. |
İNAYETKÂRÂNE |
f. İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye yakışacak şekilde. |
İNBA |
Haber verme. İhbar eyleme. Tebliğ etme. |
İNBAC |
Münasebetsiz ve lüzumsuz konuşma. |
İNBAH |
Uyandırma, uyarma. * Kımıldatma, harekete getirme. |
İNBAT |
Nebâtı bitirme. Tohumu yere dikip yeşillendirme. Nebâtın bitmesini sağlama. |
İNBAT |
Su arama. |
İNBİAS |
Gönderilme, yollanma. * İleri gelme, meydana çıkma. |
İNBİGA |
Liyâkat, lâyıklık, beğenilme. |
İNBİHAR |
Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma. |
İNBİK |
Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet. |
İNBİKA |
(Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme. |
İNBİSAS |
Yayılıp dağılma. |
İNBİSAT |
Genişleme. Yayılma. * Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma. * Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı. * Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme. |
İNCA' |
Kurtarma, necata erdirme, selâmete çıkarma. |
İNCAH |
İşi tamamlama, işi bitirme. * İsteğe erme, arzu edilen şeye ulaşılma. |
İNCAL |
Davarı çimene salma, yeşilliğe bırakma. |
İNCAM |
Meydana çıkarma. * (Yağmur) dinme. |
İNCAS |
(Necis. den) Pisleme, necisleme. |
İNCAZ |
(C.: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma. |
İNCAZ-İ VA'D |
Va'dini yerine getirme. Verdiği sözünü tutma. |
İNCE DONANMA |
Tar: Hafif gemilerden meydana gelen donanma. Bunun yerine "Hafif Donanma" da denilir. Bunların en meşhurları: Uçurma, varna, beş çifteleri, karamürsel, aktarma, üstüaçık, çiftekayığı, brolik, celiyye, çamlıca, kütük, at kayığı, kancabaş, âyaska, işkampaviya, şahtur, çekelve, kırlangıç, firkate, kalite, pergandi, mavna, grıp, kadırga, baştarde vb. dir.Buharın icadından ve zırhlı harp gemileri yapıldıktan sonra hafif kruvazör ve gambotlardan teşekkül eden deniz kuvvetine "İnce Donanma" denmeğe başlanmıştır. (O.T.D.S.) |
İNCİBAR |
Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması. |
İNCİFAF |
(Ceff. den) Kurumak. |
İNCİL |
Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab. * Beşaret, müjde. |
İNCİLA |
Cilâlanma. Parlama. * Görünme, belli olmak, açılma. |
İNCİLAB |
Celbedilme. Çekilme. Sürülüp götürülme. |
İNCİMAD |
Donma. Buzlanma. Sertleşme. |
İNCİRAD |
Mücerred olma, tecrid edilme, soyunma. |
İNCİRAR |
Çekilip uzanma. Çekilme. Bir neticeye doğru çekilerek sona erme. |
İNCİRAR-I KELÂM |
Söz gelişi. |
İNCİZA' |
(Değnek) Kırılma. * (İp) Kopma. |
İNCİZAB |
Cezbedilme, çekilme.(Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı câzibedarın cezbesiyledir. M.) |
İNCİZAM |
Kesilme. * Cüzzam hastalığına tutulmuş kimsenin bir organının (âzâsının) kopması. |
İNCİZAM |
(Kemik) Kırılma. * Gr: Meczum olma. Kelimenin son harfi harekesiz olarak telâffuz olunma. |
İNCİZAZ |
Kesilme. |
İNCU |
f. İnci, lü'lü', dürr. |
İND |
Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani harekeleri değişmez. İzafete göre zamanı ifade eder (Min) harf-i cerriyle birleşebilir. Bazan da zarf olmaz. Bazan kalb ve ma'kul irade olunur. Yani, bazan huzur-u kalbîye delâlet eder ki, itikad mânasına kullanılır. Bazan mâkuledeki hissi huzura zarf olduğu gibi, huzur-u manevîye de zarf olur. Bâzan onunla fiil emir olur. Hüküm, fazıl, ihsan, teşvik ve tergib etmek mânalarına gelir. |
İND-İ İLÂHÎ |
Allah'ın indinde. Allah'ın nazarında. |
İNDA' |
Cömertlik etme. |
İNDAB |
(Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama. |
İNDALLAH |
Allah yanında. Allah indinde. |
İNDEKE |
Senin yanında. Sana göre. |
İNDELBA'Z |
(İnd-el ba'z) Bazılarına göre. |
İNDELHACE |
İhtiyaca göre. İhtiyaç vaktinde. |
İNDELİCAB |
(İnd-el icab) İcab ettiği zaman, gerekince, iktiza ettiğinde. |
İNDETTAHKİK |
(İnd-et tahkik) Tahkik sonunda, araştırma neticesinde. |
İNDÎ |
Şahsi. Keyfi. Zati. Kendine göre. * Bana göre. Bence. |
İNDİBAG |
Deri tabaklama. |
İNDİFA |
Def olma. * Meydana çıkma. Yerden fışkırma. * Söze girişme. * Geri çekilme. * Başlama. * Teveccüh eyleme. * Yer yer baş gösterme. |
İNDİFA-İ BÜRKANÎ |
Volkan püskürüğü, yanardağdan çıkan lâvlar. |
İNDİFAÎ |
Püskürme ile alâkalı. * Püskürük. |
İNDİFAK |
(Su) birdenbire ve şiddetle dökülme. |
İNDİFAK-I NEHR |
Nehrin şiddetle dökülmesi. |
İNDİHAŞ |
Çok korkma, dehşete düşme. |
İNDİMAC |
Kenetlenme. Dürülüp birbirine geçme. |
İNDİMAL |
Yara iyi olma, kapanma. |
İNDİMAM |
Pişman olma. |
İNDİMİZDE |
t. Bize göre, bizce, yanımızda. |
İNDİRA' |
(Su) dağılıp yayılma. |
İNDİRA-İI MÂ' |
Suyun dağılıp yayılması. |
İNDİRA' |
Bir işe girişme, bir şeye teşebbüs etme. * Öne geçme. * Buluttan kurtulma. |
İNDİRAC |
Dahil olma. İçeri girme, katılma. * Nesil tamamen tükenip halefi kalmama. |
İNDİRAS |
Zail olma, eseri kalmama, mahvolma. Bozulma. |
İNDİSAS |
Toprak altına gömme. |
İNDİYAL |
Çok ishâl olma. İçi sürme. |
İNDİYYAT |
(İndî. C.) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri. |
İNEB |
Üzüm. |
İNEBE |
Üzüm tanesi. * Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık. |
İNEBÎ |
Üzüm biçiminde, üzümsü. |
İNFAD |
Bitirme, tüketme. * Kuyunun suyu tükenme. |
İNFAK |
Nafaka verme. Besleme. Geçindirme. * Harcayıp tüketme. * Fakir olma. |
İNFAK-I MUHTACÎN |
Muhtaçları, yoksulları besleme. |
İNFAL |
Ganimetten mal ayırıp verme. |
İNFAR |
Ürkütme, ürkütülme. |
İNFAZ |
Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme. |
İNFAZ-I FERMAN |
Hükmünü geçirme, emrini dinletme. |
İNFİAL |
Gücenme. Darılma. * Can sıkılma. Teessür. * Hareketlenme. Harici bir sebeb ve te'sirle hâsıl olan hâl, te'sir ve hareket. * Harici te'sire kabil olmak. * Ruhun kabul ettiği tahavvülât. (Bir eser, müessirine nisbetle fiildir. Zuhur ettiği yere nisbetle infialdir.) |
İNFİALAT |
(İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler. * Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler. |
İNFİCAR |
Tan yeri ağarma. Fecir sökme. * Tohumun yerde çatlaması. * Suyun, yerden kaynayıp çıkması. |
İNFİDAD |
(İnfadda) Bir şeyin kırılıp dağılması. Parça parça olma. |
İNFİHAM |
(Fehm. den) Anlaşılma, fehmedilme. |
İNFİHANÎ |
Şişman adam. |
İNFİKAK |
Yerini terk etme. Yerinden ayrılma. * Ayrı düşme. * Çözülme. |
İNFİLAK |
Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme. |
İNFİLAL |
Delinme, delik açılma. * Keskinliği kaybolma, körlenme, körleşme. |
İNFİLAL-İ SEYF |
Kılıcın keskinliğinin gitmesi, körlenmesi. |
İNFİRAC |
Gam ve gussadan kurtulma, açılma. |
İNFİRAD |
Tek başına kalma. Yalnızlık hâli. |
İNFİRAG |
Boşalma. |
İNFİRAG-I CÜZ'Î |
Bir sıvının kısmen boşaltılması. |
İNFİRAH |
Ferahlanma. Ferahlık duyma. |
İNFİRAK |
(Fark. dan) Ayrılma. |
İNFİRAK-I TURUK |
Yolların ayrılması. |
İNFİRAZ |
Bulunmama, kalmama, münferiz olma. |
İNFİSAD |
(Fesad. dan) Bozulma, fesada uğrama. |
İNFİSAH |
Bollaşma. Genişleme. |
İNFİSAH |
Hükümsüz kalma, fesholma. Bozulma. |
İNFİSAL |
Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme. |
İNFİSALAT |
(İnfisal. C.) Yerinden ayrılmalar. * Azledilmeler. |
İNFİSAM |
Kırılma. * Kesilme. * Yırtılma. * Üzülme. * Kopma. |
İNFİTAH |
Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır: (Min, Nun, Elif, Hı, Zel, Vav, Cim, Dal, Sin, Ayın, Te, Fe, Ze, Kef, Lem, Ha, Se, Kaf, He, Şın, Ra, Be, Gayın, Ya.) |
İNFİTAH-I EBVAB |
Kapıların açılması. |
İNFİTAH-I EZHAR |
Çiçeklerin açılması. |
İNFİTAHİYYET |
Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.) |
İNFİTAK |
Yarılma, sökülme. |
İNFİTAM |
Kesilme. * Sütten kesilme. * Menedilen bir şeyden uzaklaşma. |
İNFİTAR |
Yarılma, açılma. |
SURET-ÜL İNFİTAR |
Kur'an-ı Kerim'de seksenikinci Sure olup Mekkidir. |
İNFİTAT |
Paralanma, kırılma. |
İNFİZAC |
Sıcaklık verme, ısı verme. * Buharlaşma. * Terleme. |
İNFİZAZ |
(Bak: İnfidad) |
İNGAS |
(Tengis) Keder verme. Rahatını bozma. |
İNGIMAM |
Kaygılanma, gamlanma, tasalanma. |
İNGIMAS |
Suya dalma. |
İNGIMAZ |
Göz yumulma. |
İNGISAS |
Suya dalma. |
İNGITAT |
Suya dalma. |
İNGIVA |
Dalâlete düşme, sapıtma, yoldan çıkma. |
İNHA |
Bir hususu resmen bildirme, tebliğ. * Bir memurun daha üst makamdaki bir memura bir maddeyi hâvi olmak üzere yazdığı kağıt. * Ulaştırma, yetiştirme. |
İNHA' |
Vazgeçme. * Yöneltme, tevcih etme. |
İNHA |
f. Bu şeyler. (İşaret zamiridir.) |
İNHAC |
Meydanda, zâhir, açık. Belli etme. * Hayvanı yorarak solutma. * Esvabı eskitme. |
İNHAF |
İnceltme, zayıflatma. |
İNHAK |
Çok eziyet etme. Çok fazla sıkıntı verme. |
İNHİBAS |
Vakıf namına malı hapsetme. * Nefes tutulma. |
İNHİBAT |
Yukarıdan aşağı inme. |
İNHİCAF |
Yalvarıp yakarma. |
İNHİCAM |
(Bina) çöküp yıkılma. |
İNHİDA' |
(Hud'a. dan) Aldanmak, hileye düşme. |
İNHİDAB |
(Hadeb. den) Kamburlaşma, yumrulaşma. * Kamburluk, yumruluk. |
İNHİDAD |
(Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma. * Basılıp ezilme, haddeden geçme. |
İNHİDAM |
Çökme, yıkılma. Viran olma. |
İNHİDAR |
İnişe inme. * Vurmakla derinin şişmesi. |
İNHİDAR |
Perdelenme. |
İNHİDAR-I NİSVAN |
Kadınların örtünmesi. |
İNHİDAŞ |
Dalaşma, hırlaşma (köpek). |
İNHİFA |
Gizlenip saklanma. |
İNHİFAZ |
Aşağılanma, alçaklanma. * Çökkünlük. |
İHHİKAK |
Kördüğüm olma. * Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme. |
İNHİKAK |
Kaşınma. |
İNHİLA' |
Def'olunma, çıkarılma, kovulma. |
İNHİLAK |
Kendini tehlikeye atma. |
İNHİLAL |
Çözülüp ayrılma. Dağılma. * Erime. * Münhal olma. |
İNHİLAL-PEZİR |
f. İnhilali mümkün olan. Dağılabilen. Çözülebilen. Eriyebilen. |
İNHİMA |
Mahv olma. |
İNHİMAD |
Ateşi sönmeyip alevi geçme. |
İNHİMAK |
Ahmak olma. Ahmaklaşma. *Akılsız görünme. |
İNHİMAK |
Bir şeye fazla düşkün olma. |
İNHİMAL |
İhmal etme, önem vermeme. * Mühlet alma. * Göz yaşı dökme. * Ciddi bir şekilde çalışma, uğraşma. |
İNHİMAM |
İhtiyarlama, yaşlanma. |
İNHİMAZ |
Ekşilenme. |
İNHİNA |
Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme. |
İNHİNAK |
Boğulma. * Bunalma, nefesi kesilme. |
İNHİRAF |
Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının harfleri Lâm ve Ra harfleridir. Bunlara Münharif denir. |
İNHİRAK |
Yırtılma. |
İNHİRAT |
Bilmediği bir işe danışmadan girişme. * Zarar verme, ziyana sokma. * İpliğe boncuk dizme. * Beden çelimsizlenip zayıflama. * Bir yola süluk etme, girme. |
İNHİSAF |
Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek. |
İNHİSAF-I AYN |
Kör olma. |
İNHİSAM |
(Hasm. dan) Kesip bitirme, halletme. |
İNHİSAM-I DA'VA |
Dâvânın halledilmesi. |
İNHİSAR |
Hasr olunma. * Tecavüz etmeme. * Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa hasrolunma.(Zihniyet-i inhisâr, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, nizâ ondan çıkıyor. S.) |
İNHİŞAŞ |
(C.: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama. |
İNHİŞAŞ-I ESLİHA |
Silâhların şakırtısı. |
İNHİŞAŞ-I EVRAK |
Yaprakların hışırtısı. |
İNHİTAK |
Bozulma, yırtılma. * Bekârlığın bozulması. Kızlığı bozulma. |
İNHİTAM |
Kırılma, ezilme, ufalanma. |
İNHİTAT |
Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma. * Kuvvetten düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme. |
İNHİVA |
Yukardan aşağı düşme. |
İNHİYAŞ |
Ezilip büzülme, sıkılma, çekinme. |
İNHİZAL |
Beli kırılmış gibi ağır yürüme. * Soruya karşılık verme. |
İNHİZAM |
Basılıp ezilme. * Bozulma. Askerin bozulup dağılması. |
İNHİZAM |
Yemek hazmolunma. Yemeklerin midede erimesi. |
İN'İDAL |
(Udul. den) Doğru yoldan çıkma, sapma, dalâlete düşme. |
İN'İDAM |
İdama gitme. Mahvolma. Yok olma. |
İN'İKAD |
Akdetme. Bağlanma. * Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup, meşru bağlılık ve alâkadarlık. * Kurulma. Toplanma. |
İN'İKAS |
Aksetme, tersine çevrilme. * Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi. * Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü. |
İN'İRA |
Dişin (etleri çekilip) kökü çıkma. |
İN'İSAB |
Zorlaşma. |
İN'İSAM |
Muhafaza etme, koruma. |
İN'İSAN |
Emin ve muhafazalı bulunma. |
İN'İSAR |
Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma. |
İN'İTAF |
İki kat olma, bükülme, katlanma. * Bir tarafa dönme, temâyül. Meyletme. |
İN'İZAL |
Bir tarafa çekilme, tek başına kalma. |
İNKA' |
Pâk ve temiz olma. |
İNKA-YI KALB |
Kalb temizliği, gönül temizliği. |
İNKA' |
Suda ıslatma. |
İNKÂH |
(Nikâh. dan) Nikâh etme veya edilme. |
İNKÂR |
Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme. * Yapmadım deme ve ayak direme. * Reddetme. (Bak: Nefy) |
İNKÂRÎ |
İnkârla alâkalı. |
İNKAS |
Eksilme, eksiltme. |
İNKAZ |
Kurtarma. Kurtarılma. Halâs etme. |
İNKAZ |
Kırma ve bozma. * Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması. * Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses. |
İNKIBAZ |
Büzülme. Çekilip toplanma. * Sıkıntı. Gamlı olmak. * Kabızlık. Tutukluk. |
İNKIBAZÎ |
İnkıbazla ilgili. |
İNKIDAD |
Yıkılma. * Perakende olup dağılma. * Kuş havadan süzülüp inme. |
İNKIHAL |
Büsbütün zayıf ve güçsüz düşme. |
İNKIHAM |
Düşünmeden bir işe girişme. |
İNKILA' |
(Kal'. den) (Ağaç) kökünden koparılma. |
İNKILÂB |
Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. * Altüst olma. |
İNKILÂB-I HAKAİK |
Hakikatlerin tam zıddına dönmesi (ki, böyle bir şey mümkün değildir.) (Bak: İçtima-ı zıdden) (İnkılâb-ı hakaik ittifâken muhaldir. Ve inkılâb-ı hakaik içinde muhal ender muhal, bir zıd, kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdâd içinde bilbedahe bin derece muhâl şudur ki: Zıd kendi mâhiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. S.) |
İNKILÂB-I SAYFÎ |
İlkbaharın bitip, yaz mevsiminin balayışı. Gün dönümü. (21 hazirana rastlar.) |
İNKILÂB-I ŞİTEVÎ |
Sonbaharın bitip, kış mevsiminin başlayışı. (Aralık ayının 21'ine rastlar.) |
İNKILÂB ALE-L A'KIB |
Ökçeler üzerine dönmek demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi, tam sağdan veya soldan geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle inkılâb ale-l a'kıb, ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi imkânsız bırakır. Kur'an'da bu tâbir ya harbde firardan kinaye veya dinde irtidaddan mecaz olmak üzere iki mânâya muhtemildir. (E.T.) |
İNKILÂBÂT |
İnkılâblar, değişmeler. |
İNKIMA' |
Kökü kesilme. Köksüzleşme. |
İNKIRAZ |
Sönme. Zeval bulma. |
İNKISAM |
Kısımlara ayrılma. Bölünme. Taksim olunma. |
İNKISAM |
Kırılıp ayrılma. Parçalanma. |
İNKISAR |
Kısalma, kısa olma. |
İNKIŞA' |
Mânilerin gidip havanın açılması. Ayazlama. |
İNKIŞAR |
Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması. |
İNKITA' |
Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme. |
İNKITÂ-İ TAMS |
(Kadın) âdetten kesilme. |
İNKIYAD |
Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal. |
İNKIYADEN |
İnkıyad suretiyle. Teslim olarak. İtaat ederek, boyun eğerek. |
İNKIZA' |
(Kazâ. dan) Sonu gelip bitme. Tamam olma. Mühleti sona erme. |
İNKIZA-Yİ MÜDDET |
Müddetin bitmesi, zamanın sona ermesi. |
İNKIZAF |
Kovulma, def olunma, atılma, uzaklaştırılma. |
İNKIZAZ |
Çatlama. * (Kuş) havadan yere doğru süzülerek inme. |
İNKİBAB |
Yüzüstü düşme, yere kapanma. |
İNKİDAM |
Vücudun bir tarafı berelenme veya kızarma. |
İNKİDAR |
Hızlı yürüme. * Düşme ve saçılma. |
İNKİLAL |
Yavaşça gülme, tebessüm etme. * Körlenme, kesmez hâle gelme. |
İNKİLİS |
Yılan balığı. |
İNKİMAŞ |
Acele etme. Çabuk iş görme. |
İNKİSAF |
(Küsuf. tan) Parlaklığı sönme. Güneş tutulması. |
İNKİSAR |
Kırılma. Gücenme. * Beddua ve lânet okuma. * Şikeste olma. |
İNKİŞAF |
Açılma. Meydana çıkma. * Yetişme. * Terakki etme, ilerleme. * Gizli sırların bilinmesi. |
İNKİTAM |
Gizli tutulma, saklı tutulma. |
İNMA' |
(Nemâ. dan) Arttırma, nemâlandırma. |
İNME |
t. Nüzul, tenezzül. * Nüzul, felç, sekte. |
İNNÂ |
(İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.) |
İNNE |
Gr : Tahkik edatıdır. Kat'iyyet ifade eder. $ gibi bazı harf ve fiiller vardır ki, başına geldikleri isim cümlesinin kimi mübtedasına, kimi haberine te'sir ederek onların adını ve i'rabını değiştirirler. Bunun için bunlara "neshedenler, başka hâle getirip değiştirenler" mânâsına "nevâsih" denir. Şu altı edat (harf), başına geldikleri isim cümlesinin mübtedasını merfu' iken mensub kılarlar. Sıra ile bu harflere "inne ve ehavâtihâ" (inne ve kardeşleri) ismi verilir ve şunlardır: $ |
İNNE-MÂ |
Ancak edatı ile, beyan olunan şey hakkındaki hükmü, maadâsından nefy etmek için kullanılır. |
İNNÎ |
Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden "inne" ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını "muhakkak ben" diye söyleyebiliriz. |
İNNÎ |
Tecrübe ile edinilen, olaylardan çıkarılan netice. |
İNNİN |
Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır. |
İNORGANİK |
Fr. Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. |
İNS |
İnsan. |
İNSA |
Unutma. Unutturma. * Te'hir eylemek. * Veresiye verme. |
İNSA-YI MAZİ |
Geçmişi unutturma. |
İNSAF |
Yaprak yaprak olma, lime lime olup dağılma. |
İNSAF |
Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf. (Eğer bir mes'elenin münâzarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. L.) |
İNSAFKÂR |
İnsaflı, insaf sahibi, haksızlık yapmayan. |
İNSAK |
(Nesak. dan) Düzenli yazı yazma. * Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda söz söyleme. |
İNSAK-I KELÂM |
Söz düzgünlüğü, kelâmın akıcılığı. |
İNSAL |
(Nesl. den) Nesil çoğaltma. Döl peyda etme, döllenme. |
İNSAN |
(Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince "ins" den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre "Nisyan" kelimesinden geldiği zikredilmektedir.)Akıl, şuur ve imân ile diğer canlılardan ayrı, Cenab-ı Hakk'ın en mükerrem yarattığı mahluku olup, Rabbanî ni'metleri unutkanlığı dolayısıyla insan denilmiş. * Huy ve ahlâkı yüksek. Terbiyeli.(İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nev'i lezzetler ile mütelezziz olacak bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddi, mânevi düşmanları ve nihayetsiz fakriyle beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir biçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hâcâtına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamiyle iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadir ve Rahim bir Padişaha iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz. S.)(İnsanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki: Zât-ı Hayy-ı Kayyum, insana, bütün Esmâsını ihsas etmek ve bütün envâ-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki o midenin geniş sofrasını hadsiz envâ-i mat'umatiyle kerimane doldurmuş. Hem bu maddi mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise duyguları vasıtasiyle o sofra-i nimetten her çeşid istifadeler ile teşekküratın her nev'ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder. Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir mânevi mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin hâricinde genişletip, Esmâ-i İlâhiyyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahmânı ve İsm-i Hakimi en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. "Elhamdülillahi alâRahmaniyetihi ve alâ Hakîmiyetihi" der ve hâkeza.. Bu mânevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlâhiyyeden istifade edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlâhiyye zevkinin daha başka bir dairesi var...L.)(S - İnsan, Arza nisbeten bir zerredir; Arz da, kâinata nazaran bir zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nev'ine nisbeten bir zerredir; nev'i de, sâir ortakları bulunan enva' içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlâhideki faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?C - Evet, zâhire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat, insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidatların meyillerini tatmin ve te'min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzahame, mümanea ve tecezzi yoktur; bir küllînin cüz'iyatına nisbeti gibidir. Nasıl ki bir küllî bütün cüz'iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz'iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i Arzdan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne Küre-i Arzda bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin fâideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir. İ.İ.) |
İNSAN-I KÂMİL |
Güzel huy, ahlâk ve yüksek fazilet sahibi olan kimse. |
İNSAN-ÜL AYN |
Gözbebeği. |
İNSANÎ |
İnsana ait, insanla alâkalı. |
İNSANİYE |
İnsanlar, insan cinsi, beşeriyet. |
İNSANİYET |
İnsanlık, vicdanlılık. İnsana yakışır hâl ve durum. |
İNSANİYET-İ KÜBRA |
Büyük ve en makbul olan insânlık, yâni, İslâmiyet.(Ey Nefis! Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlik-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismi ile bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, ruy-u zemin kadar geniş bir sofra-i ni'meti o ellerin önüne koymuştur. Sonra mânevi çok rızık ve ni'metler isteyen insâniyeti sana verdiğinden âlem-i mülk ve melekut gibi geniş bir sofra-i ni'met, o mide-i insâniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır. Sonra nihâyetsiz ni'metleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleri ile tegaddi eden ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imânı sana verdiğinden dâire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dâiresine şâmil bir sofra-i ni'met ve saadet ve lezzet sana fethetmiş. Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle gayr-ı mütenâhi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir. S.) |
İNSANİYETKÂR |
f. Vicdanlı ve iyi adam, insaniyetli. |
İNSANİYETKÂRÎ |
Vicdanlılık, insaniyetlilik. |
İNSANİYETPERVER |
İnsanlığı seven, iyi insan. |
İNSAN SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 76. Suresi olup "Dehr, Ebrar, Emşac, Hel-etâ Suresi" de denir. |
İNSAT |
(İnsiyat) Susup dinleme, susma. * Gizlenerek gitme. * İnfial vezninde, nidâ eden kimseye icabet etme. * Beli bükülenin beli doğrulması. * Meşhur olma. |
İNSIBAB |
(Bak: İnsibab) |
İNSIBAĞ |
(Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma. * Temizlenme. |
İNSIDAM |
(Sadme. den) Patlama. Tazyik ile bir şey atma. |
İNSIRAF |
Çekilip gitme, çekilme, geri dönme. * Gr: İsimlerin kaide ve kurallara göre çekilebilmesi. |
İNSIRAFÎ |
Çekilip gitme ile ilgili. |
İNSIRAH |
(Sarahat. den) Açığa çıkma, zâhir olma, sarahat bulma. |
İNSIRAM |
Kesilme, kesilip ayrılma. |
İNSÎ |
İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden. |
İNSİBAB |
Dökülme. Akıtılma. * Cereyan etme. * Başka suya karışma. * Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması. |
İNSİBAG |
Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma. * Temizlenme.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr-i süluka mukabil, hakikatın envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibag ve in'ikâs vardır. Malumdur ki, in'ikâs ve tebâiyetle, o nur-u a'zam-ı nübüvvetle beraber en azim bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki; bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. S.) |
İNSİCAL |
Çekilme. * Dökülme. |
İNSİCAM |
Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak. * Devamlı yağmur yağmak. * Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün tertib üzere olmak. |
İNSİDAD |
(Sedd. den) Tıkanma, kapanma. |
İNSİDAD-I EM'Â |
Tıb: Bağırsakların birbirine dolanması neticesinde tıkanması. |
İNSİDAD-I HALİME |
Tıb: Meme başlarının tıkanması. |
İNSİDAL |
Düşük olma, sarkma, pörsüme. |
İNSİFA' |
(Nısıf. dan) Bir şeyin ortası. * Bir şeyin yarısını alma. * Gündüzün ortası. * Hakka hizmet. * Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip zâlimden hakkını almak. |
İNSİFAR |
İnkişaf etme, açılma. |
İNSİHAK |
Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak. |
İNSİHAL |
Düzgün söz söyleme. * Kabuğu soyulma. |
İNSİKAB |
Delinme. |
İNSİKAB-I LÜ'LÜ' |
İncinin delinmesi. |
İNSİLAB |
(Selb. den) Kaldırılma, selb olunma, giderilme. Kalmama. Mahvedilme. Soyulma, soyulmuş olma. |
İNSİLAH |
Silâhlanma. Silâh ile techiz olma. |
İNSİLAH |
Soyulma. Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma. * Ayın sonu gelme. |
İNSİLAK |
(Silk. den) Yola girme, süluk etme, yol tutma. |
İNSİLAL |
Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme. |
İNSİLAL |
Gizlice savuma, sıvışma, sıyrılma. |
İNSİMAG |
Yere düşüp ezilme, yaralanıp berelenme. |
İNSİNA |
Bükülme, burkulma, burulma. |
İNSİNA-YI KADEM |
Ayağın burkulması. |
İNSİRAM |
Dişin kırılması. |
İNSİTAH |
Yayılıp arka üstü yatma. * Satıhlı olma. |
İNSİYAB |
Süzülüp akma. Çabuk akıp gitme. |
İNSİYAG |
Kalıba dökülüp düzelme. |
İNSİYAK |
Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek. |
İNSİYAKÎ |
İnsiyak ile alâkalı. İnsiyak, İlâhî sevk ve his ile alâkadar. |
İNS Ü CANN |
İnsan ve cin taifesi. |
İNS Ü CİNN |
İnsan ve cin. |
İNŞA |
Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek. * Yaratma. * Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak. * Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli mektuplaşma ve güzel yazma için mektup, tezkere, istida (dilekçe), tebrik, tâziyenâme, sened v.s. örneklerini içinde toplayan kitaba da inşâ veya inşâ rehberi denir.("İnşâ ve terkib" tabir edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve Sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir sühulet belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suubet olacak. Halbuki; kâinattaki mevcudat nihâyet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri cilve-i ferdiyyeti bilbedahe gösteriyor ve her şey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâlin sanatı olduğunu isbat ediyor. L.) (Bak: Halk) |
İNŞAALLAH |
Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir). (Bak: Tabii) |
İNŞAAT |
Yapmak, inşa etmek. * Yapı. Bina ve gemi yapımıyla alâkalı işler. |
İNŞAB |
Tırnak batırma, tırnak bastırma. |
İNŞAD |
Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme. * Arayıp soruşturma. * Birisini hicvetme. * Kayıp olan bir şeyi haber verme. |
İN-ŞAE |
Eğer isterse, istediği gibi... |
İNŞAÎ |
İnşaya, yapıya dâir ve müteallik. * Güzel yazmağa dâir. |
İNŞAİYYAT |
(İnşâi. C.) İşitilmemiş ve duyulmamış sözlerden yapılan cümleler. |
İNŞAİYYE |
İnşâât işleriyle uğraşanlar. Bina ve gemi yapma işleriyle meşgul olanlar. |
İNŞAK |
Koklatma. Buruna kokulu bir şey çektirme. * Tuzağa veya ağa iliştirme. |
İNŞAR |
Ölüyü diriltme. (Bu fiil, Allah'a mahsus olmak kaydiyle: İnşar-ı emvat denir.) |
İNŞAT |
Ferahlandırma. Neş'elendirme. Sürurlandırma. |
İNŞAZ |
Yükseltme. |
İNŞİAB |
Şubelendirme. Ayırma. Şubelere ayrılma. * Bölük bölük olma. * Dalbudak verme. |
İNŞİAL |
Alevlenme, şulelenme. |
İNŞİBAB |
Gençleşme, delikanlı olma. |
İNŞİBAK |
Şebeke şeklinde olma. * Balık ağı gibi birbirine geçme. |
İNŞİHAB |
Fışkırma. |
İNŞİHAB-I DEM |
Kanın fışkırması. |
İNŞİKAK |
İkiye ayrılma. Çatlama. Yarılma. |
İNŞİKAK-I ASÂ |
Değneğin kırılması. * Mc: İhtilaf, karışıklık, ikilik. Birliğin bozulması. |
İNŞİKAK-I KAMER |
Ay'ın parçalanması. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü vesselâmın mu'cizesi eseri olarak gökte ay'ın en parlak olduğu bir zamanda ikiye ayrılması. (...Hem Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) mütevatir ve kat'i bir mu'cize-i kübrası "Şakk-ı Kamer" dir. Evet, şu "İnşikak-ı Kamer" çok tariklerle mütevatir bir surette, İbn-i Mes'ud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İmâm-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eâzım-ı sahâbeden müteaddid tariklerle haber verilmekle beraber, Nass-ı Kur'an ile $ âyeti, o mu'cize-i kübrâyı âleme ilân etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler, belki yalnız "sihirdir" demişler. Demek kâfirlerce dahi Kamerin inşikakı kat'idir. M.) |
İNŞİKAK SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 84. Suresi olup İnşakkat suresi de denir. Mekkî'dir. |
İNŞİLAL |
Şiddetle dökülerek akma. * (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme. |
İNŞİMAR |
Sallana sallana yürüme. |
İNŞİNAC |
Buruşma. Derinin buruşması. |
İNŞİNAC-I VECH |
Yüz buruşması. |
İNŞİRAH |
Ferahlanmak, mesrur olmak. |
İNŞİRAH-I DERUN |
İç açılması, ferahlama. |
İNŞİRAH SURESİ |
Kur'an-ı Kerimin 94. Suresidir. |
İNŞİRAK |
Çatlama, yarılma, ayrılma. Yarık olma. Parlama. |
İNŞİRAM |
Yarık yarık olma. |
İNŞİRAS |
(Soğuktan dolayı) el çatlama. |
İNŞİTAT |
Dağılmak. Dağınık olmak. Perakende olmak. |
İNTA' |
Çok fazla terlemek. Kusma, istifra etme. |
İNTAC |
Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme. |
İNTAF |
Kabahat yükleme. |
İNTAK |
Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek. |
İNTAK-I Bİ-L HAK |
Hakk'ın söyletmesi. Cenab-ı Hakk'ın konuşturması. İnayet-i Hak ile hakikatı olduğu gibi dile getirmek. |
İNTAN |
Pis kokma. Fenâ kokma. * Mikrobun sebebiyet verdiği şey, hastalık. |
İNTANÎ |
Mikroplu, mikroptan meydana gelen. |
İNTANİYE |
Fena koku ve mikropluluğa dâir, mikroplu hastalıkla alâkalı. |
İNTAŞ |
(Tohum) toprakta çimlenme. |
İNTIBA' |
Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir. * Matbu' olmak, tab' olmak, basılmak. |
İNTIBAAT |
(İntiba'. C.) Edinilen intibalar. |
İNTIBAH |
Pişmek, pişirilmek. |
İNTIBAH-I TAAM |
Yemeğin pişmesi. |
İNTIBAK |
(Tıbk. dan) Uygun olmak, muvâfakat. Mutabık, mümâsil ve muvâfık olmak. |
İNTIBAKAT |
(İntıbak. C.) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler. |
INTIFA |
Sönme. Yanarken sönme. Ortadan kalkma. |
INTIFA-YI HARİK |
Yangının sönmesi. |
İNTILAK |
Koyverip gitme. Salıverme, yollama. * Sevinme. |
İNTIMAS |
Kaybolma, belirsiz olma. |
İNTIRAK |
Gürleme. Patlama. |
İNTIVA |
Dürülmek ve cem' olmak. Bükülmek ve katlanıp sarılmak. |
İNTIYA' |
İtaat etme, muti olma, söz dinleme. |
İNTİAŞ |
Yorgunluktan sonra canlılık hissetme. Canlılık. * Hastalıktan sonra iyileşip kalkma. * Geçinme. * (Yıkılan adam) doğrulup kalkma. |
İNTİAZ |
Kuvvetlenme, kıvama gelme. * Kalkma. |
İNTİBAC |
Hastalıktan dolayı vücutta hâsıl olan şişkinlik. |
İNTİBAH |
Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. * Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi. |
İNTİBAK |
Bir mekânın yükselmesi. * Bir kavmin şerre yönelmesi. |
İNTİBAK |
(Bak: İntıbak) |
İNTİBAR |
Kabarma, şişme. |
İNTİCAM |
Sona erme, nihayet bulma. Tamamlanma, tamam olma. |
İNTİCAS |
Bulaşma, murdar olma. |
İNTİDAM |
Kolayca ele geçme. Kolay bir şekilde elde etme. |
İNTİFA' |
Fayda te'min etmek. Menfaatlanmak. |
İNTİFA' |
Bir şey ortadan yok olma. Aradan çıkma. |
İNTİFAD |
Huk: Bir şeyi tamamen alma. Tükenme, bitme. |
İNTİFAH |
Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak. * Vücud organlarından birinin büyümesi. |
İNTİFAH-I BATNÎ |
Karnın, gazların birikmesinden dolayı şişmesi. |
İNTİFAÂH-I RİE |
Akciğerin şişmesi. |
İNTİFAL |
Nafile namaz kılma. |
İNTİHA |
Son, nihayet, uç.İNTİHA' : Eğilme. Dayanma, yaslanma. |
İNTİHAB |
Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. |
İNTİHAB |
Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak. |
İNTİHABAT |
(İntihab. C.) Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar. |
İNTİHABAT |
(İntihab. C.) Seçilmeler, seçmeler. * Seçimler. |
İNTİHABÎ |
İntihabla alâkalı, seçim ve seçme işlerine ait. |
İNTİHAC |
Yol bulma, varma, ulaşma. |
İNTİHAÎ |
(İntihaiyye) Sona ve nihayete ait. Bitme ile alâkalı. |
İNTİHAK |
Zayıflatma, gücünü azaltma, kuvvetsizlendirme. * İşe yaramaz bir hale sokma. |
İNTİHAL |
Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme. * Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir. |
İNTİHA-PEZİR |
f. Sona eren, nihâyet bulan. |
İNTİHAR |
Kendi kendisini öldürmek. İdâm-ı nefs. |
İNTİHAZ |
Fırsat bilip kaçırmamak. Fırsat gözlemek. |
İNTİHAZ |
Ayaklanmak. Depreniş. Kalkmak. * Yola veya sefere çıkmak. Şüru eylemek. |
İNTİKA |
Bir şeyi seçme, ayırdetme. |
İNTİKAD |
İyi bilineni kötülemek. * Seçip ayırdetmek. * Kalp parayı gerçeğinden ayırmak. * Tenkid. * Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi. |
İNTİKAH |
Kemikten ilik çıkarma. |
İNTİKAH |
İyi bir haber veya söz işitip sevinme. * Zayıflama, kuvvetsizleşme. |
İNTİKAL |
Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak. |
İNTİKALEN |
İntikal suretiyle. |
İNTİKALÎ |
İntikal ile ilgili. |
İNTİKAM |
Öç almak. Hınç ve acı çıkarmak. |
İNTİKAMAT |
(İntikam. C.) İntikamlar, öç almalar. |
İNTİKAMCÛ |
İntikam almağa çalışan, öç almak isteyen. İntikam arıyan. |
İNTİKÂS |
(Nüks. den) Başaşağı dönme veya düşme. |
İNTİKAS |
Eksilme. * İstibrâ için erkeklik organına su serpme. |
İNTİKAŞ |
Nakışlanmak. Menkuş olmak. |
İNTİKAZ |
Bozulma. * Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â : Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma. * (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma. |
İNTİSAB |
(Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. Mâiyyetine girmek. Bağlanmak. |
İNTİSAB |
(Nasb. dan) Dikilip durmak. * Yükseğe kaldırmak. * Bir mansaba tayin olunmak. * Gr: Kelimenin mansub olması (Bak: Mansub) |
İNTİSAC |
(Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak. * Mensucat gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma. |
İNTİSAF |
Hakkını tam olarak alma, haklaşma. * Zaman, yarı olma. Vakit, yarıyı bulma. |
İNTİSAF-I RAMAZAN |
Ramazan ayının ortası. |
İNTİSAH |
(Nesh. den) Kopyasını çıkarma. |
İNTİSAH |
Verilen öğütü dinleme, edilen nasihatı tutma. |
İNTİSAK |
Sıra ile düzgün olma, intizamlı oluş. |
İNTİSAR |
Saçılmak. Dağılmak. * Püskürmek. * Toz kabarması. Kabarmak. * Buruna su çekmek. * Aksırıp tıksırmak. |
İNTİSAR |
Yardım etmek. * Hakkını tamamen almak. * Öc ve intikam almak. |
İNTİŞA' |
Neş'et etme, gelişme, yetişme, neşv ü nemâ bulma. |
İNTİŞAB |
Odun veya mal biriktirme. * Tutulup kalma. |
İNTİŞAK |
Burna bir şey çekmek. |
İNTİŞAR |
Dağılmak. Yayılmak. Üremek. * Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek. |
İNTİŞAR-I ARZANÎ |
Hedefin sağ veya sol taraflarına düşen mermilerle, hedef arasında kalan mesafe. |
İNTİTAK |
Kemer veya kuşak bağlama. |
İNTİYAH |
Ağlama, göz yaşı dökme. |
İNTİYAT |
Kendi reyi ile davranma, kendi istek ve iradesi ile hareket etme. * Asılı kalma. |
İNTİZA' |
Koparıp alma, çekip koparma. |
İNTİZAC |
Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme. * Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi. |
İNTİZAH |
Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma. * Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme. |
İNTİZAM |
Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak. |
İNTİZAMIN İLCAI |
İntizamın zorlaması, mecbur etmesi, muztar kılması. |
İNTİZAMPERVER |
f. Her şeyi tertib ve düzenli yapan. İntizâmı çok seven. |
İNTİZAR |
Adamak, nezretmek. |
İNTİZAR |
(Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek. |
İNZA' |
Çekip çıkarmak. * Soyunmak. * Zorla çekip çıkarmak. * Feragat. |
İNZAC |
İyice pişirip kıvamını buldurma. |
İNZAL |
(Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme. * Tenasül âletinden meninin çıkması. |
İNZAL-İ KÜTÜB |
Cenab-ı Hakk'ın vahiy ile peygamberlere kitab göndermesi. |
İNZAR |
(Nazar. dan) Te'hir etme, geciktirme. İmhal. |
İNZAR |
(C.: İnzârât) (Nezr. den) Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek. |
İNZARAT |
(İnzar. C.) İhtarlar, tenbihler. |
İNZILAM |
Zâlimin zulmüne boyun eğme. |
İNZIMAM |
(Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş. |
İNZİAC |
Yerinden koparma, sökülme. * Tas: Allah'a tam teveccüh ederek dünyevî emelleri bırakmak. |
İNZİBAT |
Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması. * Sağlamlaşmak. * Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu. |
İNZİBATÎ |
Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı. |
İNZİCAR |
Çekilmek, vazgeçmek. |
İNZİMAM |
Bağlanma. * Yular ile bağlanma. |
İNZİMAM |
(Bak: İnzımam) |
İNZİVA |
Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle vakit geçirmek. |
İNZİVA-GERDE |
f. İnzivaya çekilen. |
İPLİKHANE |
Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere verilen addır. * Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir deniz müessesenin adı idi. |
İPNOTİZMA |
(Fr: Hypnotisme) Telkin ile kabiliyetli bir kimsenin üzerinde, söz ve bakış ile elde edilen bir çeşit uyku hâli. * Uyuşukluk. İradesizlik hâli ve bu hâle ait vaziyetler. |
İPOTEK |
Fr. Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin. |
İP PARASI |
Mc: Belâyı savmak için verilen şey. |
İPTİDA |
(Bak: İbtida) |
İPUCU |
Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika. |
İRA |
Bağış yapma, iyilikte bulunma. * Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama. |
İ'RA |
Çıplak bırakma, soyma. |
İR'Â |
Otlatma. |
İR'Â-Yİ AGNAM |
Koyunları otlatma. |
İ'RAB |
Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak. * Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim. |
İRABE |
Şüphelendirme, şüpheye düşürme. |
İRABET |
Akıl, anlayış, kavrayış. |
İRAD |
Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. * Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç. |
İRAD-I KELÂM |
Söz irad etme, söz söyleme. |
İRAD-I MESEL |
Edb: Bir fikri isbat için misal getirme. Buna İrsal-i mesel de denir. |
İRAD-I NUTK |
Nutuk iradetme. Nutuk söyleme. |
İRAD Ü MASRAF |
Gelir ve gider. |
İR'AD |
Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek. * Kılıç parlatmak. * Kadın yüzünü kendisi açmak. |
İRADAT |
(İrade. C.) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar. |
İRADE |
İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç.(İrade, ihtiyardan daha geniştir, umumidir. İhtiyar, taraflardan birini diğerine tafdil ile beraber tercihtir. İrade; yalnız tercihtir. Mütekellimler bazan iradeyi ihtiyar mânasında kullanmışlardır. İradenin zıddı kerâhet; ihtiyarın zıddı icâb ve ıztırardır. İrade, hakikatte dâima ma'duma taalluk eder. Çünkü, bir emrin husûl ve vücudu için o, tahsis ve takdir eder.) * Fık: Cenab-ı Hak irade sıfatı ile muttasıftır ve iradesi ezelîdir. Yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile kendi hikmeti ile birer veche tahsis buyurur ve onun irade buyurduğu mutlak olur.(Âdetullah üzerine irade-i külliye-i İlâhiye, abdin irade-i cüz'iyesine bakar. Yani, bunun bir fiile taallukundan sonra o taalluk eder. Öyle ise cebir yoktur. İ.İ.) (Bak: Vicdan) |
İRADE-İ ALİYE |
Tar: Sadrazam tarafından verilen emir. Bu emir yazılı olduğu gibi, şifâhi de olurdu. Yazılı olana "iş'arat-ı âliye" de denilirdi. |
İRADE-İ CÜZ'İYYE |
Allah tarafından insanın kendi salâhiyetinde bıraktığı istek, arzu. İnsanın herhangi bir tarafa meyletme kuvveti ve isteği. Az ve zayıf irade. |
İRADE-İ İLÂHİYE |
Külli irade. Allah'ın emri ve isteği. |
İRADE-İ KÜLLİYE |
Külli irade. Allah'ın her şeye şâmil olan emri ve iradesi. |
İRADE-İ SENİYYE |
Padişahın, bir işin yapılması veya yapılmaması hakkında verdiği emir. İrade eskiden şifahî, yani ağızdan emir vermek, yahut kendi el yazısı ile yazmak suretiyle verilirdi. Sonradan iradeler mabeyn baş kâtibinin imzasını taşıyan yazılı kâğıtla bildirilmeğe başlamıştır. * Çok yüksek ve mühim yerden gelen emir. |
İRADE-İ ŞÂHANE |
Padişahın emri, fermanı, buyruğu. |
İRADE-İ ZÂTİYE |
Bir adamın kendi arzu ve isteği. |
İRADET |
İrade, istek, dileme. * Gönül isteği. |
İRADÎ |
İrade ile alâkalı, iradeye dâir. |
İRAE |
Göstermek, göstererek öğretmek. * Göz önüne koymak. * Gösteriş. |
İRAE-İ TARİK |
Yol gösterme. Kılavuzluk etme. |
İRAGA |
İsteme, irade etme. |
İRAHE |
(Rahat. dan) Rahatlandırma, rahat ettirme. |
İRAKA |
Dökmek, akıtmak. |
İRAKA-İ DEM |
Kan akıtmak. İnsan öldürmek. |
İRAN |
Tabut. * Neşeli ve mesrur olma. |
İRAN |
Fars memleketi. |
İRAS |
Sebeb olmak, vermek. Vâris kılmak, miras bırakmak, miras yemek. * Gerekmek. |
İRAS-I FÜTUR |
Bıkkınlık verme. |
İR'AS |
Çekerek sarsma. |
İR'AS |
Titretme. |
İRAS |
(Ağaç) yapraklanma. * Yosun olma. |
İRAT |
Tehlikeye, vartaya düşürmek. |
İ'RAZ |
Yüz çevirmek. Başka tarafa dönmek. İctinab, çekinmek. |
İRAZA |
Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek. |
İRB |
(İreb) Akıl. Zihin, zekâ. * Akıllılık. |
İRBA' |
(Ribâ. dan) Çoğaltma, artırma, fazlalaştırma. * Faize verip artırma. (Haramdır) |
İRBAB |
Bir yerde mukim olma. Bir mevkide devamlı olarak kalma. |
İRBAH |
(Ribh. den) Fayda ve kazanç elde etme. * Fâize para verme. |
İRBAŞ |
Ağacın yeşillenip yapraklanması. |
İRBE |
Akıllılık, zekâ. * Hile, oyun. |
İRBİYAN |
Teke, istakoz gibi deniz hayvanları. |
İRCA' |
Geri çevirmek, geri döndürmek. * Alışverişi faydalı kılmak. * Musibet vaktinde Allah'a sığındığını âyet okuyarak ifade etmek. |
İRCA-İ İNAN |
Atın dizginini çevirme, başka tarafa yöneltme. |
İRCA-İ KELÂM |
Sözü yine maksada çevirme ve getirme. |
İRCA-İ NAZAR |
Bakışı gerilere çevirme, mâziye bakma. |
İRCA |
Sonraya bırakmak. * Kuyuya kenar yapmak. |
İRCAF |
(Bak: Recefe) |
İRCAL |
Birini yayan olarak yürütme. |
İRDA' |
Meme vermek, süt emzirmek. (Bak: İrza') |
İRDA' |
Helâk etme, aşağı düşürme. |
İRDAF |
Ardısıra yürütme, yürütülme. |
İRDAFEN |
Ardısıra yürüterek. |
İREB |
(Bak: İrb) |
İREM |
(Bak: Irem, Şeddâd) |
İREM |
Kurşun veya ok atılan nişan tahtası. |
İREN |
Alt dudak. |
İRFAD |
Yardım etme, bağışta bulunma. Hediye verme. |
İRFAH |
Refaha ulaştırma, rahata kavuşturma. |
İRFAK |
Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak. |
İRFAL |
Elleri sallıyarak yürüme. * Eteği sarkıtma. |
İRFAN |
Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. * İkrar. * Mücazat. * Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet arasında fark vardır: İlim, vech-i küllî ile, yani her vechesiyle bilmektir. İrfan ve marifet ise; vech-i cüz'î ile bilmektir. Bu cihetle Cenab-ı Hakk'a irfan ve marifet isnad olunmaz. Fıtrî istidat eseri olarak inceleyerek tefekkür edip bilmektir. Buna "İlm-i Ledün" ve İlm-i Rabbanî" de denir.) (Bak: Ârif) |
İRFAŞ |
Yeme içme ile uğraşma. * Bir yerde daimi oturma. |
İRFİTAT |
Ufak ufak yapma, ufalama. |
İRGAB |
Rağbet ettirme. |
İRGAF |
Hırsla bakma. * Hızlı yürüme. |
İRGAM |
Aşağılatma. Hor, hakir kılma. * Burunu kırma. * Yere sürtme. * Galip olma. * Kahretme. |
İRGAN |
Bir işi kolaylaştırma. |
İRGANDİ |
Yerinde oynama, sallanma, kımıldama. |
İRHA |
Tatlılıkla ve kibarca hareket etme, yumuşak davranma, tatlı muâmele etme. |
İRHA' |
Gevşetme, aşağı salıverme ve sarkıtma. Koyverme, salıverme. * Dilmek, dilim dilim etmek. |
İRHA-İ İMAME |
"Sarığı gevşetme" Kaygısız, endişesiz olma. |
İRHA-İ İNAN |
Dizginleri salıverme. * İşine devam etme. |
İRHA-İ LİSAN |
Ağzına geleni söyleme. |
İRHAB |
Bollanma, bol olma. Genişleme. |
İRHAB |
Korkutma veya korkutulma. * Kaçırma. |
İRHAF |
Bileme. Keskinleştirme. |
İRHAF |
Hamuru gevşek ve sulu tutma. |
İRHAK |
Sıkıntı ve eziyet etme. * Zorlama, sıkma. |
İRHAN |
Rehin koyma veya konulma. |
İRHAS |
Fiat indirmek, ucuzlatmak. |
İRHAS |
Hayırlı işler yapmak. * Israr etmek. * Duvar yapmak. * Sağlam şey. |
İRHASAT |
Hayırlı işlerle uğraşmak. * Sağlam şey. * Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden hâdiselerdendir. |
İRHEM YAREB |
Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması. |
İRİN |
(Bak: Cerahat) |
İRİS |
yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ' : Geciktirme. * İftira etme. |
İRKA' |
Akan kan veya göz yaşını silme, dindirme. |
İRKAB |
Huk: Öldükten sonra kanunî mirasçılarından başka bir kimseye de miras bırakma. |
İRKÂB |
(Rükûb. dan) Bindirme. * Binilecek hayvan verme. * Araba veya gemi gibi bir vasıtaya bindirme. |
İRKÂBEN |
Bindirerek, irkâb suretiyle. |
İRKAD |
Uyutma veya uyutulma. |
İRKÂH |
İnanma, itimad etme, güvenme. * Sığındırma, dayandırma. |
İRKAK |
Köle edinme. Cariye veya köle satın alma. * İnciltme. |
İRKAL |
Hızlı yürüme. |
İRKAN |
Kına yakma, kına sürme. * Safran ağacı, kızılağaç. * Tıb: Sarılık hastalığı. |
İRKAS |
Oynatma, raksettirmek. |
İRMA' |
Atma, fırlatma. |
İRMAD |
Fakir düşme. Sefil olma. * Göz ağartma. |
İRMAN |
f. Arzu, taleb, istek. * Dalkavuk. * Nedâmet, pişmanlık. * Dâvet edilmeden bir yere giden kimse. |
İRMEGAN |
f. Saadet. İkbal, mutluluk, uğurluluk. * Terbiye eden, mürebbi. |
İRMİK |
Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan iri taneli un. |
İRS |
Karı ile kocadan her biri. (Bak: Irs) |
İRS |
Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak. * Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk. * Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları. |
İRSA' |
Mızrak gibi sivri bir şeyle dürtme. |
İRSA' |
Sağlamlaştırma, sâbit kılma. * Geminin demir atması. * Pâyidar olmak. |
İRSA' |
Yerinden ayrılmama. Mukim olma. |
İRSAD |
Gözetlemek. * Hâzır ve âmâde eylemek. * Mükâfat vermek. * Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. Meselâ:Elemin Kays'a kıyas etme din-i mahzunun, Yok idi aklı ne derdi var idi Mecnunun.(Baki)Birinci mısrada "Kays" isminin geçmesi, ikinci mısrada ise "Yok idi aklı, ne derdi var idi." denmesi sözün sonunun "Mecnun" olacağını hemen akla getirmektedir. |
İRSAH |
Yerinde tutma, durdurma. Bir şeyi sağlamlaştırma. |
İRSAL |
(Resul. den) Göndermek, gönderilmek, yollamak. * Havale kılma. * Salıvermek. Kendi haline koymak. * Sürü sahibi olmak. * Elçi gönderme. |
İRSAL-İ LİHYE |
Salak bırakma. |
İRSAL-İ MESEL |
Konuşurken meşhur hikmetli sözleri kullanmak."Hakir olduysa millet, şanına noksan gelir sanmaYere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten.""Muini zâlimin dünyada erbab-ı denâettir.Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insâfa hizmetten."(Namık Kemal) |
İRSAL-İ RÜSÜL |
Cenab-ı Hakk'ın insanlara her hususta ve hususen Allah'a itaatte rehber olacak peygamberler göndermesi. |
İRSALAT |
(İrsal. C.) Göndermeler. Gönderilen şeyler. |
İRSALİYE |
Makbuz. * Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi. |
İRSAN |
Muhkem ve sağlam kılma, rasanet verme. |
İRSAS |
Eskitme, yıpratma. Eskitilme, yıpratılma. |
İRSAS-I LİBAS |
Elbisenin yıpranması, eskitilmesi. |
İRSEN |
Miras olarak, anadan, babadan geçmek yolu ile. |
İRSÎ |
Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik. |
İRSİYET |
Verâset. Aile ve soydan geçen benzerlik. |
İRŞA' |
Rüşvet verme. |
İRŞAD |
Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam ettirmek. Allah'a ibadet ve itaata kavuşturmak. Veli bir zâtın, bir kimsenin hidâyete ermesine vesile olması. * Ist: Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur'ânî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle Sırat-ı Müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkikî ve yakînî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi. (Bak: Mürşid) |
İRŞADAT |
(İrşad. C.) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar. (Bak: İrşad) |
İRŞAF |
Suyu yavaş yavaş ve yudum yudum içme. |
İRŞAK |
Bir şeye dik bakma. Dosdoğru etme. |
İRTA' |
Zoraki ve istemeyerek gülme. |
İRTA' |
Otlatma veya otlatılma. |
İRTAB |
Dikme veya dikilme. |
İRTAC |
Bir kimsenin sözünü kesme, konuşturmama. * Devamlı yağmur ve kar yağma. * Kapıyı örtme, kapama. * Kıtlık her tarafa yayılma. |
İRTAM |
Hatırlamak için parmağa iplik bağlama. |
İRTAT |
Tenbellik etme. Yerinden kımıldamama. |
İRTECEK |
f. Şimşek, berk. |
İRTİA' |
(Ra'y. den) Otlatma. |
İRTİA' |
Düşünmek, istikbali düşünme. |
İRTİAB |
(Ru'b. dan) Ürkme, korkma. |
İRTİAD |
(Ra'd ve Ri'd. den) Iztırablı ve sıkıntılı olmak. * Deprenme. Titreme. |
İRTİAF |
İleri geçme, ilerleme. |
İRTİAS |
Küpe takma. |
İRTİAS |
Silkinme, sıçrama, deprenme. |
İRTİAŞ |
Ra'şeye tutulma, titreme, sarsılma. |
İRTİAŞ-I MEST |
Sarhoş ve baygın titreyiş. |
İRTİBA' |
Bahar mevsiminde güzel bir yerde oturma. |
İRTİBAB |
Kokulu şeyler yapma. * Bir çocuğu büluğ çağına varıncaya kadar besleme. |
İRTİBAH |
Yükselme, yükseğe çıkma. |
İRTİBAK |
Karışık ve çapraşık bir işe girişme. * Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri. * Bir kazâya uğrama. |
İRTİBAK |
Çamura batma. * Dolanbaçlı konuşma. * Karışma. * Bir işi aksi veya ters gitme. |
İRTİBAL |
Bir malı çoğaltma. Bereketlendirme. |
İRTİBAS |
Dağılma. |
İRTİBAS |
Perişan ve zor durumda kalma. * Pek karışık ve sıkışık olma. |
İRTİBAT |
Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık. * Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak. |
İRTİCA |
Ummak, ümidetmek, rica etmek. |
İRTİCA |
Geri dönmek. Ric'at etmek. Eski hayat tarzına dönmek.(İşte Kur'an'ın bu gibi kudsi kanun-u esasisine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedeviliğin dehşetli bir kanun-u esasisi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: "Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz'i zulümler nazara alınmaz" diye bir tek câni yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Bir tek câninin yüzünden bin adamın kılınçdan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamı kurşuna dizilmesini o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumî'de üç bin adamın câniyane siyaset hatalariyle otuz milyon biçâre nev'-i beşer aynı harpde mahvedildiği gibi, binler misaller var. İşte bu vahşiyâne irticaın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur'an şakirdlerinin Kur'anın yüzer kanun-u esasîsinden $ âyetinin ders verdiği kanun-u esasisi ile adâlet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti te'min etmeğe çalışan ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını verip onları müttehem etmek, mel'un Yezid'in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zâlimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur'an'ın mezkûr kanun-u esasisine tercih etmek hükmündedir. Emirdağ L.) (Bak: Medeniyet, Mürteci') |
İRTİCAC |
Çalkanmak. Heyecana gelme. * Sarsıntı. Muztaribane hareket etmek. |
İRTİCAC-I DERYÂ |
Denizin kabarması, dalgalanması. |
İRTİCAF |
(Recfe. den) Sarsma, sarsıntı, çalkalama. Tahrik. |
İRTİCAÎ |
(İrticaiye) İrtica ile alâkalı. |
İRTİCAL(EN) |
Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek. |
İRTİCALİYYAT |
Düşünmeden, içinden doğarak söylenen sözler. |
İRTİCAM |
Birşey üstüste katlanma. |
İRTİCAN |
Adamın işi gücü bozulma. |
İRTİCAS |
Gök gürleme. * Top bürünme. |
İRTİCAZ |
Kısaltma, ihtisâr. |
İRTİDA' |
Süt emmek. |
İRTİDA |
(Ridâ. dan) Örtünme, bürünme. |
İRTİDA' |
Dinin yasak ettiği şeyleri yapmama, geri durma. |
İRTİDAD |
Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. * Geri dönmek. (Bak: Mürted) |
İRTİDAF |
(Redif. den) Ardından gitme, ardına düşme, peşinden koşma. |
İRTİFA' |
Yükseklik. * Yukarı kalkmak. Kaldırmak. Terakki. |
İRTİFA ALMAK |
Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek. * Yükselmek. |
İRTİFAD |
Kazanma, kesbetme, kazanıp kâr etme. |
İRTİFAEN |
Yükseklikçe, yükseklik bakımından. |
İRTİFAK |
Bir yere dayanma. * (Kap) dolma. * İhtiyaç duyma. * Arkadaşlık etme. * Tıb: İki kemiğin hareketsiz kalmak üzere mafsallanması. |
İRTİFAS |
Fiatların yükselmesi, pahalılık. |
İRTİGAB |
(Rağbet. den) Heveslendirme, isteklendirme, rağbet ettirme. |
İRTİHA' |
Katılma, karışma. |
İRTİHAL |
Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek. |
İRTİHAL-İ DÂR-I BEKÂ |
Dâr-ı bekaya göçme. Ölme. |
İRTİHAN |
(Rehn. den) Bir şeyi rehin olarak alma veya alınma. |
İRTİHAS |
Ucuz saymak veya sayılmak. |
İRTİHAŞ |
Rahatsız olma, huzuru kaçma. Sıkıntı ve ıztırâb içinde bulunma. |
İRTİHAZ |
Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA' : Yükselme, yukarı çıkma. * Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma. |
İRTİKÂ' |
Güvenme, dayanma. |
İRTİKÂB |
Bir işe girişmek. * Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. * Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak. |
İRTİKAB |
Bekleme, gözleme. * Ümit etme, umma. |
İRTİKAK |
Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması. |
İRTİKAM |
Yığılma, üst üste birikme. |
İRTİKAS |
Baş aşağı olmak. * Bir hâdiseye yakalanmak. |
İRTİKAŞ |
Harpte askerlerin birbirine karışması. |
İRTİKAZ |
Çocuğun, ana karnında kımıldaması. * Çalkanıp durma. * Acı çekme, ıztırâb duyma. |
İRTİKAZ |
(Rekz. den) Dikilme. * Bağlanma. * Tıb: Nabız atma. |
İRTİMA' |
Birbirine atışma. |
İRTİMAS |
Suya dalma, dalıp gitme. Dalgıçlık. |
İRTİMAZ |
Iztırab ve acı içinde kıvranma. * Remzetme. |
İRTİMAZ |
Yerinden kaldırıp sıçratma. * Birini koruma, himâye etme. |
İRTİSA' |
Dişler sık olma. * İki şey, birbirine bitişik olma. * Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama. |
İRTİSAD |
İstif etme. Birbiri üstüne düzgün bir şekilde yerleştirme. |
İRTİSAM |
Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak. * Emrolunan şeye imtisâl etmek. * Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek. |
İRTİSAS |
Yayılma, meşhur olma, şüyu bulma, şâyi olma. |
İRTİŞA' |
Rüşvetçilik. Rüşvet almak. |
İRTİŞAF |
Emerek ve azar azar içme. * Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması. |
İRTİŞAH |
(Reşha. dan) Sızma, terleme. |
İRTİTAC |
Konuşurken kekelemeye başlama, dili tutulma. |
İRTİVA' |
Suya içerek kanma. * Tıb: Vücuttaki organ ve eklemlerin kuvvetlenip kalınlaşması. |
İRTİVAH |
Nöbetle çalışma. |
İRTİYA' |
Ürkme, korkma. |
İRTİYAB |
Duraklama, şüphelenme, tereddüt. |
İRTİYAD |
Bir kimseden bir şey isteme. |
İRTİYAH |
(Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme. * Rüzgârlanıp rahatlama. |
İRTİYAZ |
Riyâzet yapma, nefsine eziyet etme. |
İRTİZA' |
Bir şey eksilme, ziyân görme. |
İRTİZA' |
(Rızâ. dan) Memeden süt emme. |
İRTİZA-İ SABİ |
Çocuğun süt emmesi. |
İRTİZA' |
(Rıza. dan) Razı olma, rıza gösterme, uygun ve münasib bulma. Kabul etme. * Beğenme, seçme. |
İRTİZAH |
Biraz bahşiş alma. * Özür dileme. |
İRTİZAK |
(Rızk. dan) Rızık alma, rızıklanma. |
İRVA |
Bolca sulamak. Suya kandırmak. * Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek. |
İRVA VE İSKA |
Sulama, suya kandırma. |
İRZA |
Bir kimseyi râzı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak. |
İRZA-Yİ TARAFEYN |
İki tarafı anlaştırma, râzı etme. |
İRZA' |
Meme vermek, süt emzirmek veya emzirilmek. |
İRZA |
Çayırlık. Otluk yer. |
İRZAK |
Rızıklandırmak, maddi veya mânevi ihtiyacını vermek. |
İRZİZ |
Dik ses. * Titreme. * Dolu tânesi. |
İS |
Dumandan hasıl olan siyah madde. Kurum. |
İSA (A.S.) |
Dört büyük peygamberden birisidir. Hakiki Hristiyanlık dininin peygamberidir. Kur'an-ı Kerim'de meziyet ve senası geçmektedir. İncil, mukaddes kitabıdır. Vahiy ile kendine gönderilmiştir. Ancak kendisinden sonra Havarileri tarafından yazılmıştır.(İncil'in bir yerinde İsa (A.S.) demiş: "Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin." Acaba Hz. İsa (A.S.)'dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hz. İsa'nın (A.S.) yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) başka kim gelmiştir? Demek Hz. İsa (A.S.), ümmetine dâima müjde ediyor ve haber veriyor ki: Birisi gelecek; bana ihtiyaç kalmayacak, ben onun bir mukaddemesiyim ve müjdecisiyim. M.) |
İSA' |
Zenginleştirme veya zenginleştirilme. * Genişletme. |
İSA' |
Teselli verip sabra irşad etmek. |
İSABET |
Ecir, mükâfât, karşılık vermek. * Doldurmak. |
İSABET |
Rastlamak. Doğruca varıp erişmek. Doğru düşünmek, matluba uygun iş işlemek. |
İSABET-İ AYN |
Göz değmesi, nazar değmesi. |
İSABET-İ RE'Y |
Fikir doğruluğu. İsabetli ve yerinde bir düşünce. |
İSABETKÂR |
f. Doğru rastlayan. İsabetli. |
İS'AD |
Yükseltmek, yukarı çıkarmak. * Mekke-i Mükerremeye gitmek. |
İS'AD |
Mes'ud etmek. Mübarek eylemek. İâne, yardım etmek. |
İSAET |
Bir işte ihmal ile zarar verme. |
İSAET |
(Sû'. dan) Kötü iş işlemek. Kötülükte bulunmak. Yaramazlık. |
İS'AF |
Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek. |
İSAF |
Asr-ı saadetten evvelki câhiliyet devrinde Mekke putlarından birinin adı. |
İSAF |
Eseflendirmek. Esef vermek. * Hışım ve gadab etmek. Öfkelenmek. |
İSAGA |
Kalıba dökme veya dökülme. |
İSAGA |
Kolaylıkla ve rahatlıkla yutulma. |
İSAGA-İ TAAM |
Yemeğin kolaylıkla yutulması. |
İSAH |
(Vesah. dan) Kirletme veya kirletilme. |
İSAKA |
Akıtma. * Arkadan sürme. Sevk etme. |
İSAL |
Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek. |
İSALE |
Akıtmak, dökmek. * Seyyal kılmak. Cereyan ettirmek. |
İSALE-İ DÜMU' |
Gözyaşları dökme, ağlama. |
İSAM |
Günaha sokmak, günaha sokulmak. |
İSAM |
(İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık. |
İSAR |
Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına nimet vermek, cömertlik, ikrâm. * İhtiyar etmek. * Yumuşatmak. * Dökmek, serpmek. Saçmak.(...Sahabelerin, sena-i Kur'aniyeye mazhar olan "İsar hasletini" kendine rehber etmek, yâni hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek; ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâsdan minnet almıyarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.(Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki ihlâs kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez; belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek $ sırrına mazhariyetle, bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlâsı kazanabilir... L.) |
İ'SAR |
Sürçtürmek, ayak kaydırmak. * Zemmetmek, kötülemek. |
İ'SAR |
Fakirlik. * Borçluya karşı takaza etmek, sıkıştırarak alacağını istemek, güçleştirmek. |
İ'SAR |
İkindi zamanında bulunmak. * Kızın gelinlik çağına gelmesi. * Kasırga. |
İSAR |
Sargı, bağ. * Esirlik, kölelik. |
İSAR |
Keçinin memesine takılan torba, kese. |
İSAR |
Zengin, maldâr olmak; gani olmak. |
İS'AR |
Narh koyma, fiat veya pahâ biçme. |
İS'AR |
Çocuğun diş çıkarması. |
İSARE |
Esir etmek ve gezdirmek. * Bağ, bend. |
İSARE |
Koparmak, kaldırmak. * Tozu havaya kaldırmak. |
İSAS |
Çok sık ve uzun saç veya bitki. |
İSASE |
Zenginlik, servet. * Göz ucuyla bakma. * Cemiyet, topluluk. |
İSAVE |
Gammazlık, ağız karalığı. |
İSB |
Kasık tüyü. |
İSBAH |
(Sebh. den) Yüzdürme, suda yüzdürülme. |
İSBAL |
(Sebl. den) Yollama, gönderme veya gönderilme. |
İSBAT |
Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek. * Sabit ve muhkem kılmak. * Bâki ve pâyidar eylemek. * Delil. Bürhan. Şâhit. (Bak: İman-ı bil-âhiret) |
İSBAT-I HÜNER |
Maharet ve hüner gösterme. |
İSBAT-I VÜCUD |
Hazır bulunma. Varlığını gösterme. |
İSBAT |
Bir hastalığın devamlı olması, müzmin oluşu, ayak kaydırma. |
İSBATİYECİLİK |
(Fr: Pozitivizm) Fls: Bu felsefe nazariyesine göre, isbat yolu ile yakîn, şüphesiz bilginin elde edilebilmesi, tecrübelerle müşahadelerle ve vakıalara istinaden mümkün olacağı iddia edilir. İsbat şeklini ve sahasını daraltıp sadece maddiyata münhasır kılan bu anlayış yalnız maddiyata ait mes'eleler için doğrudur.(Bir şeyden uzak olan bir kimse yakın olan adam kadar o şeyi göremez. Ne kadar zeki olursa olsun, o şeyin ahvali hakkında ihtilâfları olduğu zaman yakın olanın sözü muteberdir. Binaenaleyh Avrupa feylesofları maddiyatta şiddet-i tevaggulden dolayı imân, İslâm ve Kur'ân'ın hakaikından pek uzak mesafelerde kalmışlardır. Onların en büyüğü yakından hakaik-ı İslâmiyeye vukufu olan âmi bir adam gibi de değildir. Ben böyle gördüm, nefs-ül emir de benim gördüğümü tasdik eder. Binaenaleyh şimşek, buhar gibi fenni meseleleri keşfeden feylesoflar Hakk'ın esrarını Kur'ân nurlarını da keşfedebilir diyemezsin. Zira, onun aklı gözündedir. Göz, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Çünkü kalblerinde can kalmamıştır. Gaflet o kalbleri tabiat bataklığında çürütmüştür. M.N.) (Bak: Rasyonalizm) |
İSBİ' |
(C.: Esâbi) Parmak. * Ölçü parmağı, arşının yirmidörtte biri. (Türkçede: $ telaffuz edilir.) |
İSEVÎ |
Hz. İsa'nın (A.S.) dininden olan. Nasrani. Hristiyan. |
İSEVİYYET |
Hristiyanlık. |
İSFAR |
Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı. |
İSFENC |
Sünger. |
İSFENCE |
(İsfencî) Süngere benzer, sünger biçiminde, süngerimsi. |
İSFENCİYE |
Süngerler. |
İSFEND |
Şarap. |
İSFENDAN |
f. Beyaz biber tohumu. * Akçaağaç. |
İSFİD |
f. Beyaz, ak. |
İSFİRAR |
(Bak: Isfirar) |
İSGA |
(Bak: Sagat) |
İSHAB |
Çok söylemek. * Türlü şeylerden renk değiştirmek. * Bir şeye fazla tama' etmek. * Kuyu kazıp suyu bulamamak. * Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi. * Kuzu, anasını emmek. * Duvarı başı boş salıvermek. |
İSHAK (A.S.) |
Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. İbrahim (A.S.)ın oğludur. Yakub (A.S.)ın babasıdır. |
İSHAKİYYE KÖŞKÜ |
Sadrazam İshak Paşa tarafından Sultan İkinci Bayezid için, Topkapı surları dahilinde yaptırılmış olan köşkün adıdır. Bânisinin ismine nisbetle bu adı almıştır. (O.T.D.S.) |
İSHAL |
Mülâyim ve düz bir yere varmak. * Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme. |
İSHAN |
Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle: "Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldatmaz etti." mânâsına "İshanehül maraz evilcerh" denilir. Harbde düşmanın esaslı kuvvetlerini iyiden iyiye vurarak, ordusunu derin ve geniş bir suretde yaralayıp, kımıldanamıyacak bir hâle koyacak derecede kat'iyyen mağlub etmeğe de ishan tâbir edilir. |
İSHAN |
Isıtma, ısıtılma. * Kızdırma veya kızdırılma. |
İSHAN-I AYN |
Ağlatma. Göz kızartma. |
İSHAR |
Uyundırma. * Gece uyutmayıp, uyanık durdurma. |
İSHAT |
Darıltma, gücendirme. |
İSİK |
Çukurluk, engebelik. Çukurlu. |
İSİMLİK |
Tar: Saraylılar tarafından gönderilen hediyelik şeylerin kimin tarafından gönderildiğini belirten adres pusulası. |
İSKA |
Su vermek, sulamak. |
İSKAB |
Ateş yakma. |
İSKAL |
Ağır bir şey yüklemek. |
İSKALARYA |
ing. Çarmıkların halat basamakları. |
İSKÂN |
Yerleştirmek. Bir yeri mesken yapıp oturmak. * Sâkin. |
İSKÂN-I MUHACİRÎN |
Göçmenleri yerleştirme. |
İSKANDİL |
ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet. * Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme. |
İSKAR |
(Sekir. den) Sekir verme, sarhoş etme. |
İSKARLAT |
İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri kâtibine her sene bu çuhadan verilir veya bedeli para olarak tahsis olunurdu. Bu paraya da "İskarlat bedeli" denirdi. (Ta. L.) |
İSKARMOZ |
Gemilerin kaburgalarını teşkil eden eğri ağaçlar. * Kayıklarda kürek takılıp çekilen ağaç çiviye de bu ad verilir. |
İSKARPİN |
Fr. Konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı. Alafranga hafif kundura. |
İSKÂT |
Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle getirmek. Susturmak. * Kandırmak, râzı etmek. |
İSKAT |
(Bak: Iskat) |
İSKELE |
Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal. * Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer. * Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına elverişli kasaba. * Bir memleketin deniz yolu ile yapılan ticaretine vasıta olan liman. * Geminin sol yanı. |
İSKELET |
Fr. Vücudun kemik çatısı. |
İSKENDAN |
f. Kilit. |
İSKENDER |
(M. Ö. 356-323) Aristo'dan ders almış bir imparatordu. İskender-i Rumi de denir. Bundan başka ismi geçen bir de İskender-i Zülkarneyn vardır. (Bak: Zülkarneyn) |
İSKEREK |
f. Hıçkırık. |
İSKETE |
Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş. |
İSKİZ |
(İskize) f. Hayvanın sıçrayıp kıç atması. * Hayvanın ürkerek attığı çifte. |
İSKOLASTİK |
(Bak: Skolastik) |
İSKONA |
İtl. Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan iki direkli yelkenli harp gemilerine verilen addı. |
İSKONTO |
(Bak: Tenzilât) |
İSLA' |
Teselli verme, avutma. |
İSLAB |
Giderme, selbetme. Kapıp götürme. |
İSLAC |
Kara tutulma. Karlı olma. |
İSLAF |
Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş. * Tarlayı aktarmak. |
İSLAH |
(Bak: Islah) |
İSLAK |
(Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma. * Yola getirme. * Diziye geçirme. * Mesleğe sokma, sokulma. |
İSLAL |
(Sell. den) Kılıcı sıyırıp çıkarma. * Verem etme, verem uğratma. |
İSLÂM |
(Selâm. dan) İtaat, inkıyad, bir şeye teslimiyet. Din. * Ist: Hz. Muhammed'in (A.S.M.), Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği din. (İslâmlıkta, Allah'a itaat etmek, Peygambere tâbi' olmak ve din namına ne bildirilmişse, kalb ile dil ile tasdik ve onunla amel etmek şarttır. İslâm'ın beş şartı vardır: Kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan-ı şerif orucunu tutmaktır.)(Ulema-i İslâm ortasında, "İslâm" ve "İman"ın farkları çok medâr-ı bahsolmuş. Bir kısmı, "İkisi birdir", diğer kısmı, "İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz" demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:İslâmiyet, iltizamdır. İman, iz'andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur'aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamiyle İslâmiyete mazhardı; "dinsiz bir müslüman" denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur'aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar, "gayr-ı müslim bir mü'min" tabirine mazhar oluyorlar.Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?Elcevab: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. M.) |
İSLAMBOL |
Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı. |
İSLAMÎ |
İslâm dinine mensub, İslâm ile alâkalı. |
İSLAMİYAN |
f. İslâmlar. |
İSLAMİYET |
İslâmlık. * İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır.(İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar. Münazarat) |
İSLAS |
Üçe bölme. Üç aded yapma. |
İSLAV |
Fr. Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim. |
İSLİM |
(Bak: İstim) |
İSM |
(İsim) Ad, nâm. * Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız. * Man: Tam mânalı ve hem mevzu, hem mahmul olabilen lâfızdır. |
İSM-İ A'ZAM |
Allah'ın (C.C.) Kur'ân ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen yüz isminin mânâca en câmi' olanıdır. İsm-i A'zam, diğer isimlerin de mânâlarını içinde toplar. Her ism-i İlâhiyenin de, her mahlukun da bir a'zamlık mertebesi vardır.(İsm-i A'zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmâm-ı Ali (R.A.) hakkında: "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddus" altı isimdir. Ve İmâm-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Hakem, Adil" iki isimdir. Ve Gavs-ı A'zamın İsm-i a'zamı, "Yâ Hayy'dır." Ve İmâm-ı Rabbâninin İsm-i a'zamı. " Kayyum" ve hâkeza.. pek çok zatlar daha başka isimleri ism-i A'zam görmüşlerdir. L.) (Bak: Esma-i Hüsna) |
İSM-İ CİNS |
Gr: Cins isim. Bir cinsten, bir nev'den olan şeylerin hepsine verilen bir ad. Vilâyet, karpuz, kedi gibi. |
İSM-İ FÂİL |
Gr: Kendisinden fiil, iş çıkan kimsenin sıfatı. Fâil, hâdim, kâtib gibi. |
İSM-İ HÂSS |
Gr: Yalnız bir kimse, bir hayvan veya bir şeye hâs olan isim. Hz. Muhammed (A.S.M.), Medine-i Münevvere gibi. |
İSM-İ İŞARET |
Gr: Kendisiyle muayyen bir şeye işaret olunan kelime. "Bu, şu o" gibi. |
İSM-İ MEF'UL |
Gr: Fâilin fiili kendi üzerine geçen kelime. Mektub, mazlum, mağdur gibi. |
İSM-İ MENSUB |
Gr: Kelimenin sonuna Türkçede "Li", Arabça ve Farsçada kelime sessiz harfle bitiyorsa, bir "î", sesli harfle bitiyorsa; yerine göre sesli harf atılarak veya atılmayarak "î" veya "vî" harfi getirilerek yapılan, nereli ve nereye mensub olduğunu ifade eden isimdir. İstanbullu, İstanbulî; Mekkeli, Mekkî; Konyalı, Konevî; Bağdatlı, Bağdadî... gibi.) |
İSM-İ MERRE |
Def'a, kerre gibi bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil'den yapılan isim. (Darbe: Bir defa vuruş. Lem'a: Bir parlayış gibi.) |
İSM-İ MEVSULE |
O şey ki, o kimse ki, mânâlarının yerine kullanılan, "Mâ, Men, Ellezi" gibi kelimelerdir. İki kelimeyi veya mânâyı birbirine birleştiren, mânâsı kendinden sonra gelen bir cümle ile tamamlanın bir kelimedir. |
İSM-İ TAFDİL |
Renge, şekil ve vasfa dâir (ef'al) vezninde olan mutlak ve uzuv noksanlığına delâlet etmemek üzere mukâyeseli üstünlük ifâde eden sıfatlardır. Daha büyük, en büyük, daha küçük, en küçük, en güzel, daha güzel gibi mânâlara gelir. (Kebir kelimesinin ism-i tafdili: Ekber; sağir kelimesinin ism-i tafdili: Asgar; sa'b kelimesinin de Es'ab'dır.) |
İSM-İ TASGİR |
Küçültme ismi. Küçüklük veya azlığa delâlet eden isimdir. Arapçada ekseri (Fueyl) veya (Fuayil) vezninde, Türkçede kelime sonuna cik, cık, cağız, ceğiz gibi ekler getirerek yapılır. Abd: Kul, Ubeyd: Kulcağız, kulcuk gibi. |
İSM |
Günah, suç, cürüm. |
İSMA' |
İşittirmek, sesini duyurmak, bir sözü istenilen yere ulaştırmak. |
İSMA |
Yükseltmek. * İsim koymak. |
İSMAH |
Cömert ve eli açık olma. * İtâatli ve bağlı etme. |
İSMAİL (A.S.) |
Peygamberlerdendir. İbrahim'in (A.S.) oğludur. Küçükken İbrahim'e (A.S.), oğlunu Allah için kurban etmesi emredildi. Halilullah olan İbrahim, İsmail'i (A.S.) kurban etmek isterken Cenab-ı Hak koç gönderdi. Mu'cize zâhir oldu. Bıçak İsmail'i kesmedi, yerine koç kurban edildi. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) de ceddi olan İbrahim ve İsmail (A.S.)lar Kâbe'yi yeniden inşâ ettiler. (Bak: Kâbe, İbrahim (A.S.) ) |
İSMAM |
Sona erdirme, bitirme, tamamlama. |
İSMAR |
Mıhlama, çivileme. |
İSMAR |
(Semere. den) Meyve ve semere vermek, fayda vermek. |
İSMAT |
Susturma, sükut ettirme. * Men'etmek. * Tecvidde : Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men' edilmişti. İsmât sıfatının harfleri; izlâk sıfatının harfleri olan on altı harf ile harf-i meddin maadası olan on dokuz harfdir. (Bak: Musmit) |
İSMEN |
Sadece isimle, gerçekten olmayan. |
İSMET |
Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk. * Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir ma'siyete yaklaşmazlar; bütün kusur ve hatâlardan ve şâibelerden müberrâdırlar. |
İSMETLÜ |
Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi. |
İSMETMEÂB |
İsmetlü. Günahsız. Haramdan ve nâmusa dokunur hâllerden çekinen. |
İSMETPENAH |
İsmetlü, ismetmeâb. |
İSMÎ |
(İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden. * Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep cümle. |
İSMÎ VE SIFATÎ |
İsme ve sıfata ait. |
İSMİD |
Sürme taşı. * Cenab-ı Peygamber'in kullandığı ve tavsiye ettiği bir cins kırmızı sürme. |
İSMİRAR |
(Semrâ. dan) Esmerleşme, kara olma, kararma. |
İSMİYYET |
İsim olma hâli, isimlilik. |
İSNA |
Yukarı kaldırmak, yükseltmek. * Değerini yükseltme. * Ateş alevinin yükselmesi. * Bir sene bir yerde kalmak. |
İSNA |
Medih ve senâ etmek, sitâyişte bulunmak. * Şükretmek. |
İSNA AŞER |
Oniki. |
İSNAD |
Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi yaptı demek. İftira etmek. |
İSNAD-I EFİKE |
Yalan isnad etme. İftira atma. |
İSNADAT |
(İsnad. C.) İsnadlar. Bir kimseye yükletilenler, nisbet edilenler. |
İSNADÎ |
İsnad etmekle alâkalı. |
İSNADİYYAT |
İsnad ile ilgili düşünceler. * Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler. |
İSNAF |
Yel ve toz savurma. |
İSNAK |
Mal, mülk, servet ve makamın, insanı azdırması. |
İSNAM |
Ateşin alevi büyüme. * Duman ve toz havaya çıkma. |
İSNAN |
İki. * Pazartesi. |
İSNAN |
(Sinn) Yaşlanmak. İhtiyarlamak. * Diş çıkarmak. |
İSNEVÎ |
İki ile alâkalı. * Pazartesi günü ile alâkalı. * Her pazartesi günleri oruç tutan kimse. |
İSNEYN |
İki. (2) * Pazartesi günü. |
İSNEYNİYYET |
İkilik, ikiden ibaret olma. |
İSPAH |
(İspeh) f. Asker, nefer, er. |
İSPANYOL |
İspanyalı. |
İSPANYOL HASTALIĞI |
Grip, nezle. Paçavra hastalığı. (İlk önce İspanya'da farkına varıldığı için bu isimle meşhur olmuştur.) |
İSPARÇENE |
İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip. * Halatı meydana getiren üç boy bükmenin beheri. |
İSPEHBED |
f. Başbuğ, hükümdar, hâkan, kağan. |
İSPENAH |
f. Ispanak. |
İSPER |
f. Savaş âletlerinden kalkan. |
İSPERGAM |
f. Fesleğen çiçeği. * Gül. * Yeşillik. |
İSPERHEM |
f. Fesleğen. |
İSPERLOS |
f. Saray, konak, kâşâne. |
İSPİD |
f. Ak, beyaz. |
İSPİDKÂR |
f. Kalaycı. |
İSPİR |
Arabacı. Arabacının yanında bulunan at uşağı. * Zabıta memuru. * Beyaz doğan kuşu. |
İSPİRALYA |
İtl. Gemi güvertelerinde kamaraları aydınlatmak için açılan küçük kaporta. |
İSPİRTİZMA |
Fr. Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler.(İşte eski zaman kâhinleri gibi şimde de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. M.) |
İSR |
Alâmet. Nişane. * Ayak izi. * Yol. Meslek. * Başlamak ve azimet etmek. |
İSRÂ |
Yürütmek, göndermek. * Gece seferi yapmak. * İrsâl etmek. |
İSRÂ SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'de 17. Suredir. Mekkidir. |
İSRA' |
Hızlandırmak. Sür'atlendirmek. * Geri döndürmek. Göndermek. |
İSRAC |
(Sirac. dan) Yakma, yandırma. |
İSRAF |
Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak. * En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak.(Hâlik-ı Rahim, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise; şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisad ise: nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. L.)(Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa... Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zâikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir. M.) |
İSRAFAT |
(İsrâf. C.) İsrâflar, lüzumsuz yere harcamalar. |
İSRAFİL |
Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike) |
İSRAİL |
Hz. Yakub'un (A.S.) lâkabı olup sonradan bütün o soydan gelenlere Benî İsrail denmiştir. İsrail oğulları, Yahudiler. |
İSRAİLİYAT |
Zamanla hurafeye inkılâb etmiş, Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler. İsrail oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler.(İsrailiyyatın bir tâifesi ve hikmet-i Yunaniyyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyete duhul etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler. Şöyle ki: O necib kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiyye idi. Vakta ki içlerinden hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan din-i mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin mârifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiyye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlâl için idi. Onların o hassas zevk-i tabiilerine ilham eden yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve ulvi muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri tâlim ve terbiye eden yalnız Kur'an idi. Bundan sonra kavm-i Arab, sair akvamı bel' ettiği gibi milel-i sairenin mâlumatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise: Vehb, Ka'b gibi ulema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celâlet ve tekemmül ettiklerinden, mâlumat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular.. reddedilmedi. Çünki İslâmiyetin usulüne musadim olmadığından hikâyat gibi rivayet olunur iken ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ! Sonra hak olarak kabul edildiler. Çok şübeh ve şükukâta sebebiyet verdiler.Hem de vaktaki şu İsrailiyat, kitap ve sünnetin bazı imaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me'haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadisin mânâları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; su'-i ihtiyarlarıyla başka bir me'hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehâdisi o hikâyat-ı İsrailiyyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur'anı tefsir edecek yine Kur'an ve hadis-i sahihtir. Yoksa; ahkâmı, mensuh olduğu gibi kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir. Evet, mâsadak ile mânâ ayrıdırlar. Halbuki: Mâsadak olmaya mümkün olan şey, mânâ yerine ikame olundu. Çok da imkânât vukuata karıştırıldı... R.N.) |
İSRAR |
(Sırr. dan) Sır saklamak, gizlemek. Gizlenmesi lâzım bir şeyi gizlemek. |
İSRAR-I ESRAR |
Sırların gizlenmesi. |
İSRAR |
(Bak: Israr) |
İSTADE |
f. Ayakta durmuş. |
İSTAH |
f. Budak, taze filiz. |
İSTANBUL |
Türkiye'nin en büyük şehri ve Osmanlı İmparatorluğu'nun taht şehri (1453-1922). İslâm halifeliğinin son merkezi (1516-1924). Türklerden önce Bizans "Doğu Roma" İmparatorluğu'nun taht şehri idi (395-1453). * İstanbul ismi, Rumca şehre veya şehirde demek olan (İstin polin) tabirinden galat olup, bu ismin Osmanlılar tarafından fetih esnasında verilmiş olduğu rivayet ediliyorsa da, Osmanlılardan evvel şehrin bu isimle yâd olunmakta bulunmuş olduğu muhakkak olup, hattâ yedinci hicri yüzyılın ortalarında yani fetihten iki asır önce yazılmış olan "Yakut-u Hamevî'nin Mu'cem-ül Büldan'ında bu isim yazılmıştır. Bununla beraber Osmanlılar yanında dahi Edebiyat lisanında ekseriya "Kostantiniyye" ismi kullanılmıştır; hattâ bazan "İslâmbol" şeklinde yazılmıştır. |
İSTANBUL EFENDİSİ |
İstanbul kadıları (hâkimleri). Bu tabir hicri 1000 tarihinden sonra kullanılmağa başlanmış ve daha sonraları terkolunmuştur. |
İSTAR |
Yüzletme, astar çekme. * (C.: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında (19.5 gr.) bir ölçü. * Dört tane. * Dört veya dört buçuk miskal. |
İSTAR |
(Satr. dan) Yazı yazma. |
İSTARE |
Perde, zar. |
İSTARE |
f. Yıldız. |
İSTASYON |
Fr. Demiryolu durağı. |
İSTATİSTİK |
Fr. Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim. |
İSTEBRAK |
İpekten mâmul ve sırma ile işlenmiş bir çeşit kumaş. Kalın ipek kumaş. |
İSTEL |
f. Göl. |
İSTEM |
Zulüm ve sitem. |
İSTENBE |
f. Cesur, yiğit, bahadır, kahraman. * Çirkin. * Kâbus. |
İSTIKSAR |
(Kasr. dan) Kısma. Bir şeyin kısaltılmasını isteme. |
İSTIKSAS |
(Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme. |
İSTIKTAB |
(Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba bağlanma. |
İSTIKTAR |
Damla damla akıtma, damlatma. |
İSTIRAB |
(Bak: Iztırab) |
İSTISLAH |
Bir şeyi iyi olarak görmek isteme. Bir şeyin iyi olmasını isteme. |
İSTISNA' |
San'atlı olarak yapmak. * Bir şey yapmak için san'atkârla anlaşma yapmak. |
İSTITLA' |
(C.: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme. |
İSTITLAK |
İç sürgünü olma. Amel olma, ishal olma. * Boşanmayı isteme. |
İSTITRAB |
Neşe arama, eğlence isteme. |
İSTİAB |
İçine almak. * Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek. * Tutulmak. Zapteylemek. |
İSTİADE |
Bir şeyin iade edilip geri gönderilmesini isteme. * Yeniden canlanma. * Âdet edinme. |
İSTİANAT |
(İstiane. C.) İstianeler, yalvarmalar. |
İSTİANE |
Duâ. Yardım istemek. İane istemek. |
İSTİARE |
Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak. * Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme san'atına istiare denir.Cesur ve kuvvetli bir insana "arslan, kurnaz bir kimseye "tilki" demekle istiare yapmış oluruz. |
İSTİARE-İ MEKNİYE |
(Kapalı istiare) Teşbihin temel unsurlarından yalnız benzetilenle yapılan istiare. Meselâ: Merhum Mehmed Akif'in:Şu karşımızda mahşer kudursa, çıldırsa,Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz.Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz...beyitlerinde düşman kalabalığı evvelâ mahşere benzetilerek açık istiâre yapmış, sonra o mahşer bir köpeğe teşbih edilerek, fakat müşebbehün bih'i (kendisine benzetileni) zikredilmeyerek onun levâzımatından olan "çıldırsa" ve "kudursa" kelimeleri irad olunarak bir kapalı istiare yapılmıştır. |
İSTİARE-İ MUSARRAHA |
(Açık istiare) Teşbihin iki temel unsurundan yalnız kendisine benzetilen ile yapılan istiare.Meselâ: Büyük âlimlere; ayaklı kütüphane veya yaşlı kimselere hayatının son baharında denilmesi gibi. |
İSTİARE-İ MUTLAKA |
(Temlihiye veya tehekkümiye) Edb: Şaka, lâtife veya alayı içine alan bir istiaredir. Meselâ: Tilkinin eşeğe "gelsem olmaz mı huzura, a benim aslanım" demesi gibi... (Edb.S.) |
İSTİAZA |
Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek. |
İSTİAZE |
"Euzü besmele" okuyarak Allah'a sığınmak. |
İSTİBAA |
Bir şeyi kendine sattırmağa uğraşma. |
İSTİB'AD |
Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme. * Yakıştırmayış. |
İSTİ'BAD |
Köle edinmek, esir almak. |
İSTİBAHA(T) |
Mübah ve helâl sayma. * Bir çok kimsenin kanını dökmeğe izin verme. |
İSTİBAK |
Yarış etme, yarışma. |
İSTİB'AL |
Kadını nikâh ile alma. |
İSTİBAL |
Havanın fenalığı ve sıkıcı olması. * (Kendine) idrar döktürme. |
İSTİBANE |
Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma. |
İSTİ'BAR |
İbret alma, ders alma. * Rüya tabir ettirme. |
İSTİBAR |
Yoklama, muayene etme. |
İSTİBDA |
(İstibra') Ayırmak. Uzak etmek. * Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek. * Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için, kadın bir âdet görünceye kadar beklemek. |
İSTİBDA' |
Bedi' ve güzel bulma. |
İSTİBDAD |
Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi. * Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi tanımadan kendi dediğini ve keyfi emirlerini kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini unutarak dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek. |
İSTİBDADKÂRANE |
f. İstibdad idaresi gibi. Kendi kendine, kanunları ve kimseyi tanımadan idare eder surette. |
İSTİBDAL |
(Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek. * Bir vakfı mülk ile mübadele etmek. * Birşey verip yerine başka şey istemek. * Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak. |
İSTİBDAL-İ MÜSECCEL |
Lüzumuna hükmolunduğundan dolayı nakzı caiz olmayan istibdal. |
İSTİBGA' |
İş için yardım isteme. |
İSTİBHAC |
(Behcet. den) Yüzü gülme, sevinme, mesrur olma. |
İSTİBHAL |
Azad etme. Azad olma, serbest bırakılma. |
İSTİBHAM |
Karışık ve belirsiz olma. * Ses çıkarmama, susma. |
İSTİBHAR |
Çok geniş bilgiye sahib olma. * Deniz gibi büyük ve geniş olma. |
İSTİBHAS |
Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme. |
İSTİBKA |
Devâmını istemek. Bâki ve dâim kılmak. |
İSTİBKA-Yİ TEVECCÜHLERİ |
Teveccühlerinizin sürüp gitmesi ve devamı... (Eskiden mektubların sonlarında kullanılırdı.) |
İSTİBKÂ |
Ağlatmak. Ağlamayı istemek. |
İSTİBRA |
(Bak: İstibda) |
İSTİBRAZ |
Meydana çıkarmak, açığa vurmak. |
İSTİBSAR |
Basiretli olmak. Düşünceli, hesaplı ve dikkatli iş yapmak ve hareket etmek. |
İSTİBSAS |
Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma. |
İSTİBŞAR |
Müjde almak. Hayırlı, iyi haber iyi sevinmek.İSTİBTA' : Ağır ağır hareket etme. * Gecikme, geç kalma. |
İSTİBTAN |
Gizliliğe, bir kimsenin iç işlerine vakıf olmak. |
İSTİBVAR |
Hırslanma, hiddetlenme, kızma, öfkelenme. |
İSTİCAB |
Vâcib olmak. Hak etmek. |
İSTİ'CAB |
(Aceb. den) Şaşma, taaccüb etme, hayrette kalma. |
İSTİCABE |
(İsticâbet) Duânın Allah tarafından kabul olunması. |
İSTİCADE |
İhsan ve bahşiş isteme. |
İSTİCAL |
Sonraya bırakılmasını istemek. |
İSTİ'CAL |
Acele olmasını istemek. Acele etmek. |
İSTİCAR |
Kiralamak. Kiraya vermek. |
İSTİCARE |
(Cevr. den) Yardım ve korunma isteme. * Sığınak isteme. |
İSTİCAZE |
(Cevaz. dan) İzin ve cevâz isteme. * Sunulan bir manzume için câize, yani para isteme. |
İSTİCBAR |
(Cebr. den) Zorlama, cebretme. Baskı yapma. Zoraki yaptırma. |
İSTİCDAD |
Yenileme. Yeniden yapma. |
İSTİCHAL |
(Cehl. den) Câhil sayma. |
İSTİCLAB |
(Celb. den) Çekme, celbetme. Çekmeye vaya getirmeğe sebep olma. * Fls: Uyandırma. |
İSTİCNAS |
(Cins. den) Cinsine benzetme. |
İSTİCVAB |
Cevab istemek. Sorguya çekmek. * Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek. |
İSTİCVABNAME |
f. Şahidlerin ve maznunun ifadelerinin yazılı olduğu kâğıt. |
İSTİDA' |
(Vedâ'. dan) Bakılmak üzere emaneten bir kimseye bir şey bırakmak. Bir malı emaneten bir yere bırakmak. |
İSTİD'A |
Rica ile istemek. Davet etmek. * Bir işi için resmî bir daireye verilen ve istek bildiren kâğıt. Dilekçe. |
İSTİDA' |
El uzatma. |
İSTİ'DA |
Medet, yardım istemek. |
İSTİ'DAD |
Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri. |
İSTİDAD |
Alışma, ünsiyet etme. * Doğrulma. |
İSTİDAD-I YED |
Elin alışması. |
İSTİ'DADAT |
(İsti'dad. C.) İstidadlar, kabiliyetler, yetenekler. |
İSTİ'DAD-ŞURE |
f. Verimsiz istidad. Çorak yerin kabiliyeti. |
İSTİDAME |
(Devam. dan) Bir halin devamını isteme. Bir şeyin devamını arzu etme. |
İSTİD'A-NAME |
f. Resmî bir makama dilekçe olarak yazılan pullu, damgalı yazı. |
İSTİDANE |
(Deyn. den) Borç alma, alınma. Ödünç alma. |
İSTİDARE |
(Devr. den) Dönme, dolaşma. * Daire biçimine girme, yuvarlak olma. |
İSTİDARÎ |
Dönerek ve bir daire meydana getirecek olan. |
İSTİDBAR |
(İdbar. dan) Yüz çevirmek. Arka dönmek. * Geri geri gitmek. * Bir kimsenin peşinden gitmek. |
İSTİDHAK |
(Dıhk. den) Alaya alma, eğlenme. |
İSTİDKAK |
İncelemek, dakik olmak. |
İSTİDLAL |
(Dalâl. den) İman ve İslâmiyet yolundan çıkarmağa, dalâlete düşürmeğe çalışmak. |
İSTİDLAL |
Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali.(Ateşin dumana olan delâleti gibi müessirden esere yapılan istidlâle "bürhan-ı limmî" denildiği gibi, dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire olan istidlale de "bürhan-ı innî" denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir. İ.İ.)(Kur'anda delâil-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri üçüncü şüphelerine cevap: Kur'an-ı Kerim'de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni', nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh, Kur'an-ı Kerim'in kâinattan yaptığı bahis tebeidir; kasdi değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim; coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mânâ-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak, kâinat sahifesinde yazılan san'at-ı İlâhiyyenin nakışları ve yaratılan kudretin mu'cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mânâ-yı harfiyle Sâni ve Nazzam-ı Hakikî'ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san'at, kasd, nizam; kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hâsıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinaen alâ zâlik, madem ki Kur'anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel ma'lum olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî ma'lumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes'elesi o hissiyata kasden delâlet etmek için değildir. Ancak, kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza, hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve emareler vaz'edilmiştir. Meselâ: Eğer Kur'an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: "Ey insanlar! Güneşin zâhirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arzın zâhirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında câzibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hâsıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk'ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız." deseydi, delil müddeâdan binlerce derece daha hafî, daha müşkül olurdu. Halbuki delilin müddeâdan daha hafî olması, makam-ı istidlale uymaz. İ.İ.) |
İSTİDLALAT |
(İstidlal. C.) İstidlaller. Muhakemeler. |
İSTİDLALEN |
İstidlal suretiyle, delil ile. |
İSTİDRAC |
Derece derece yükselmeyi isteyiş. * Ist: Hakkı ve hakiki değeri olmadığı halde ve kabiliyetsizliğine rağmen bir kimsenin kesret-i nimete mazhar olması ve bu sebeple küfür ve isyana devam etmesi ile azab ve gazab-ı İlâhiyeye yaklaşması.(Neuzü billah, bu öyle bir işdir ki: Hikmet-i İlâhiye ile bazı kâfirlerin muradı zuhur eder, istediği hârika bir surette olur. Ve bunların küfürleri, Allah'a isyanları da böylece ziyadeleşir.)(... Keramet ile müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimat etmek ve gurura düşmek cihetinde istidrac olabilir. M.)(Keramet ile istidrac manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mu'cize gibi Allah'ın fiilidir. Ve o keramet sâhibi de kerametin Allah'tan olduğunu bilir ve Allah'ın kendisine hâmi ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ü yakîni de fazlalaşır. Lâkin, bazan Allah'ın izniyle kerametilerine şuuru olur, bazan olmaz. Evlâ ve eslemi de bu kısımdır.İstidrac ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat, bu istidrac sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki okumaya başlar. Lâkin o inkişaf, tasfiye-i nefs ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidrac ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ulada fark yoktur. Tam mânasiyle fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allahın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı Fenâfillâh olan havaslariyle görürler. Bunun istidracdan farkı pek zâhirdir. Zira, zâhire çıkan bâtınlarının nuraniyeti, mürâilerin zulümatiyle iltibas olmaz. M.N.) |
İSTİDRACÎ |
İstidraca ait, istidrac cinsinden. |
İSTİDRAK |
Nâil olmak, ulaşmak, varmak. * Anlamak. * Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak. |
İSTİF |
İtl. Muntazam yığın. Sıralanmış eşya. Yığma. Nizam. Sıra. Dizi. |
İSTİ'FA |
Affını, azlini, bağışlanmasını istemek. * Kendisinin memuriyetten affını taleb etmek. |
İSTİ'FA-YI KUSUR |
Özür dileme. |
İSTİFA |
Alacağını borçludan tamam olarak almak. * Kabz-ı ruh etmek. |
İSTİFA-YI KISAS |
Kısas hakkının bilfiil yerine getirilmesi. Câni hakkında kısas cezasının tatbik edilmiş olması. |
İSTİFADE |
Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak. * Anlayıp öğrenmek. * Tahsil etmek. |
İSTİ'FAF |
Kötü şeylerden çekilmek. * İffetlilik iddia etmek. |
İSTİFAKA |
Hastalıktan kurtulup iyileşme. * Sarhoşluktan ayılma. |
İSTİFALE |
Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler: "Müsta'liye" harflerinin zıddıdır. Bu harfler: "Elif, Be, Te, Se, Cim, Ha, Dal, Zel, Rı, Ze, Sin, Şın, Ayın, Fe, Kaf, Kef, Lâm, Mim, Nun, Vav, He, Yâ" dır. |
İSTİFANAME |
f. Bir yerden ayrılıp çekilmeyi bildiren yazı. |
İSTİFAZA |
Feyz alma, feyz bulma, feyizlenme. İlim, irfan ve mânevi zenginlik kazanma. |
İSTİFHAM |
Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak. * Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, hayret, kin ve nefret gibi duyguların te'siri altında vuku bulur. Meselâ:(Nerde Ertuğrul'u koynunda büyütmüş obalar?Hani Osman gibi Orhan gibi gürbüz babalar?Hani bir şanlı Süleyman Paşa, bir kanlı Selim?Ah bir Yıldırım olsun göremezsin ne elim!Hani cündileri şahin gibi ceylan kovalarKöpürür, dalgalanır, yemyeşil, engin ovalar?Hani tarihi soruldukça, mefahir söyler,Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?Hani orman gibi âfâkı deşen mızraklar?Hani atlar gibi sahrayı deşen kısraklar?Mehmed Akif Ersoy) |
İSTİFHAM-I ANİNNEFY |
Nefyi olmayan sual sormak. Meselâ: Cenab-ı Hakk'ın ruhlara: Ben Rabbiniz değil miyim? diye sorması gibi. Buna istifham-ı takrirî de denir. (Bak: Bezm) |
İSTİFHAM-I İNKÂRÎ |
Gr: Menfî cihetle sual sormak. (İnkâr ettiğini bildirir şekilde "Olmaz" diyen birisine karşı, "Olur mu? diye sormak gibi.) |
İSTİFHAMAT |
(İstifham. C.) İstifhamlar, sualler, sormalar. |
İSTİFHAM EDATLARI |
Gr: Arabçada: E, men, keyfe, ma. |
İSTİFHAMÎ |
İstifhama ait, sormağa dair. |
İSTİFKAD |
(Fakd. den) Kaybolmuş olan bir şeyi araştırıp soruşturma. |
İSTİFLAH |
Felah bulma, kurtulma. Maksada ulaşma. |
İSTİFNA |
Fenaya gitmek. Yokluğa karışmak. |
İSTİFNAN |
Cins cins ayırma. Mâhirane bölme. |
İSTİFRA' |
Başlama. |
İSTİFRAD |
Ayırma, tek tek yapma. * Yalnız tek başına. |
İSTİFRAG |
(Ferag. dan) Kusma. Kay. * Mümkün olanı sarfetmek. |
İSTİFRAK |
Farkettirmek, ayırdetmeği istemek. |
İSTİFRAR |
Firar etme, gizlice kaçma, savuşma. |
İSTİFRAŞ |
Yataklık yapma. Odalık alma. Yatağa alıp beraber yatma. * Haremi ile beraber yatma. |
İSTİFRAZ |
Ayırıp tefrik etme. |
İSTİFSAD |
(Fesâd. dan) Bir şeyin bozulmasını arzulama, fesâdını isteme. |
İSTİFSAR |
İfade isteme. Sorma. Sorup anlama. |
İSTİFSAR-I HÂTIR |
Hal hatır sorma. |
İSTİFTA |
Fetva istemek. Şeriata ait bir mes'ele hakkında salâhiyetli zatlardan hakikati öğrenmek. (Bak: Fetva) |
İSTİFTAH |
Siftah etmek. Başlamak. Açmak. |
İSTİFZAL |
Artırma, çoğaltma, ziyadeleştirme. |
İSTİGASE |
Medet isteyiş. Yardım istemek. |
İSTİGBAR |
(Gubar. dan) Tozlaşma. |
İSTİĞFAR |
(Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. " Estağfirullâh" demek.(Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa bütün ruhiyle Cehennem'in ademini arzu ettiğinden küçük bir emare ve bir şüphe Cehennem'in inkârına cesaret veriyor. L.)(Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki, nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksiratdan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz te'vil ile te'vil ettirir. $ sırriyle: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan, $ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir. Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstahak olur. L.) |
İSTİGLAB |
Kemâle erme, olgunlaşma, gelişme. |
İSTİGLAK |
Sözde durma. Kesin olarak pazarlık etme. |
İSTİGLAL |
(Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir mülkün rehine verilmesi. |
İSTİĞLALEN |
Gayrimenkulü rehine koymak suretiyle. |
İSTİGLAZ |
Bir şeyi galiz saymak, galiz bilmek. * Satın almaktan vazgeçmek. |
İSTİGMAM |
Sarmak, sarılmak. |
İSTİGNA |
Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür etmek. |
İSTİGNAM |
Ganimet araştırmak, ganimet isteklisi olmak. |
İSTİGRAB |
Şaşırmak, garib bulmak, taaccüb etmek, tahayyür. |
İSTİGRAK |
Gark olmak, dalmak. * Dalgınlık. * Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek. * Tas: Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî ile dünyayı unutup kendinden geçmek. * Gr: "El" harf-i ta'rifinin, isimleri umumi hale koyması. * Edb: Fazla mübalâğa. (Bak: Lâm-ı istiğrak) |
İSTİGRAKKÂR |
f. Kendinden geçen, dalgın, müstağrak. Dalgın halde olan. |
İSTİGŞA' |
Bürünme, örtünme. |
İSTİGŞAŞ |
Nasihat edip öğüt veren ve doğru söyleyen kimseyi düşman sanmak. |
İSTİGZAB |
Öfkelendirme, kızdırma, gazaba getirme, hiddet ettirme. |
İSTİHA' |
Tıraş etme veya ettirme. |
İSTİHAB |
(Hibe. den) Hibe ve hediye olarak isteme. Bağış olarak arzulama. |
İSTİHAL |
Müstehak olmak, bir şeye ehil olmak. * Kolaylık elde etmek. |
İSTİHALAT |
(İstihale. C.) Değişmeler, başkalaşmalar. |
İSTİHALE |
Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak. * Mümkün olmayış, imkânsızlık. |
İSTİHAM |
Ok ile fala bakma. |
İSTİHANE |
Hor ve hakir görme. |
İSTİHAR |
Geri bırakılma, geri kalma. |
İSTİHARE |
Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek. * Hayırlı olmayı istemek. * Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek. * Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere uykuya yatma. |
İSTİHASE |
Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme. |
İSTİHAZA |
Kadın âdet görürken fazla kan gelmesi. (Rahimden değil de hastalıktan dolayı bir damardan gelip, tenâsül cihazı yolu ile akan kokusuz bir kandır. Buna "istihâza veya özür kanı" dendiği gibi, böyle bir kadına da "müstahâza" denir.) |
İSTİHBAB |
Bir şeyi iyi ve güzel addetmek. * Dost edinme. * Müstehab etmek ve olmak. |
İSTİHBABEN |
Bir şeyi güzel ve iyi kabul ederek, müstehab olarak. |
İSTİHBAR |
Haber sormak, haber almayı istemek. |
İSTİHBARAT |
Duyulup öğrenilenler. Alınan haberler. * Haber toplama merkezi. |
İSTİHBARAT-I MEVSUKA |
Sağlam ve inanılır doğru haberler. |
İSTİHCAN |
(Hücnet. den) Kötü görme, çirkin sayma, ayıplama. |
İSTİHDA' |
(Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet yolunu istemek. |
İSTİHDAF |
Hedef edinmek, hedef saymak. * Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek istenilen netice ve gaye. |
İSTİHDAM |
Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek. * Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: "Avcınızın attığı da, sözleri de saçma idi" cümlesinde olduğu gibi. |
İSTİHDAR |
(İstihzar) Hazırlama. |
İSTİHDAS |
Bir şeyi sonradan ve yeniden elde etmek. |
İSTİHFA' |
Gizlenme, saklanma. |
İSTİHFAF |
Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek. |
İSTİHFAFKÂR |
f. Ehemmiyet vermeyerek. Küçümsemek suretiyle. Tahfif ve tahkir ederek. |
İSTİHFAFKÂRANE |
f. Küçümseyerek, küçük görerek, hafifseyerek, ehemmiyet vermeyerek. |
İSTİHFAZ |
Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını birisinden rica etmek. |
İSTİHKAK |
Kazanılan şey, hak edilen. * Hakkını almak. Hakkını istemek. |
İSTİHKAK-I HARS |
Huk: Bir yerde ziraatçılık yapma hakkına sahib olma. |
İSTİHKÂM |
Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak. * Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı. * Kuvvet ve metanet vermek. |
İSTİHKÂMAT |
(İstihkâm. C.) İstihkâmlar. * Siperler. |
İSTİHKÂMAT-I DÂHİLİYE |
Bir istihkâmın iç tarafında, icab ettiği zaman yapılan müstakil sığınaklar. |
İSTİHKÂMAT-I HAFİFE |
Harbde kısa zamanda yapılan sığınaklar. |
İSTİHKÂMÂT-I MUTTASILA |
Bir birine bitişik ve bağlı olarak yapılmış olan sığınaklar olup, daha ziyade şehirlerin ve mühim mevkilerin etrafına yapılır. |
İSTİHKAR |
Hakaret etmek. Küçük görmek. * Hakir görülmek. Hor bakılmak. |
İSTİHLA |
Tatlı olmak. * Tatlılık istemek. |
İSTİHLAB |
Tırmalama. |
İSTİHLAF |
Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek. |
İSTİHLÂK |
Boş yere harcamak. * Yeyip bitirmek. * Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak. |
İSTİHLÂKAT |
(İstihlâk. C.) Yenilip içilen şeyler. * Harcamalar. |
İSTİHLÂKAT-I DÂHİLİYE |
Dâhilî sarfiyat. Memleket içi harcamalar. |
İSTİHLAL |
Helâl saymak. Helâllaşmayı istemek. |
İSTİHLAL |
Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi. * Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi. * Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi. * Çocuğun doğar doğmaz hemen ağlamağa başlaması. * İyi ve hayırlı bir başlangıca delâlet etmek. |
İSTİHLAS |
(Hulus. dan) Bir şeyi elde etmeğe çalışma. * Kurtarma veya kurtarılma. |
İSTİHMA' |
Himâye isteme, korunma arzulama. |
İSTİHMAK |
Ahmaklık gösterme, salaklık yapma. |
İSTİHMAL |
Havâle etme, havâle edilme. * Yükleme, yükletme. |
İSTİHMAM |
Hamama girme, yıkanma. |
İSTİHMAM |
Bir kimse, bağlı olduğu cemâate ait işler için her türlü sıkıntıya düşme. * Ehemmiyet verme. |
İSTİHRAB |
Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma. |
İSTİHRAC |
Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek. (Bak: Tahric) |
İSTİHRACAT |
(İstihrac. C.) İstihraclar. |
İSTİHSAD |
Ekinlerin hasad (biçilme) zamanı gelme. |
İSTİHSAL |
Hasıl etmek. Husule getirmek. Elde etmek. Üretmek. |
İSTİHSALAT |
(İstihsal. C.) Üretilen şeyler. Bir memleketin veya fabrika gibi faaliyet merkezlerinin çıkardığı, yetiştirdiği şeyler. |
İSTİHSAN |
Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek. * Fık: Kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak. Şeriatta; zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir.(İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemâlâta karşı Sübhânallah, Mâşâallah, Allahü Ekber diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'an'ın nağamâtiyle kâinatı velveleye verdiren istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede O Zâttır. S.) |
İSTİHSANEN |
Beğenerek, istihsan ederek. |
İSTİHSAN |
Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak. * Sağlam bir yere kapanmak. |
İSTİHSAR |
Usanmak, fütur getirmek, bıkmak. |
İSTİHŞAŞ |
Zevklenme, eğlenme. |
İSTİHVA |
Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek. |
İSTİHYA |
Utanma, haya etme. * Diriltme, yaşatma. |
İSTİHVAZ |
Zafer kazanma, muzaffer ve muvaffak olma, galib gelme. |
İSTİHZA |
Alay etmek, birisi ile eğlenmek. * Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek. |
İSTİHZA' |
(İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak. |
İSTİHZAR |
Huzura gelme, hazır etme, huzura dâvet etme. * Hazırlama, bir şeyi hatıra getirme. * Konferans verecek olan hatiplerin okumak ve araştırmak suretiyle evvelce hazırlanması. |
İSTİHZARAT |
(İstihzâr. C.) Hazırlıklar. |
İSTİKA' |
Olacak veya vuku bulacak diye endişelenme. |
İSTİKA' |
(Saky. den) Su isteme. İçmek için su alma. * Kendini zorlıyarak ve sun'i olarak kusma. |
İSTİ'KAB |
Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak. |
İSTİKAD |
Yakma, ateşi tutuşturma. |
İSTİKADE |
Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme. |
İSTİ'KAF |
Bir yere kapanma. Bir yerde kendini hapsetme. |
İSTİKAK |
Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları. |
İSTİKAMET |
Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek. * Allah'a kulluk etmek. * Bir şeyin bir tarafa doğru olarak uzanması. * Yön, cihet. |
İSTİKAN |
Şüphesiz ve zansız olmak. |
İSTİKÂNE |
(İstikânet) Alçaklık etmek. * Zillet ve meskenet göstermek. * Tevazu göstermek. |
İSTİKÂRE |
Hızlı hızlı yürüme. * Yükleri sırtına yükleyip götürme. |
İSTİKAZ |
Uykudan uyanmak. |
İSTİKBAH |
(Kabih. den) Çirkin görme, ayıplama, kabih sayma. |
İSTİKBAL |
Ati, gelecek zaman. * Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak. |
İSTİKBAL-İ KIBLE |
Kıbleye, Kâbe istikametine yönelmek. |
İSTİKBAL-BÎN |
f. Geleceği bilen ve gören. |
İSTİKBALEN |
Karşılayarak, karşılamak üzere. * Gelecek zamanda, ilerde. |
İSTİKBALÎ |
Gelecek zamanla alâkalı. İstikbale mensub. |
İSTİKBALİYYE |
Edb: Yeni gelen bir kimsenin karşılanması sebebiyle yazılan manzume. |
İSTİKBAR |
(Kibr. den) Önemseme, ehemmiyet verme. * Kibir, gurur, enaniyet. Kendini büyük görme, mağrurluk. |
İSTİKDAM |
Önde bulunma, öne geçme. * Çok ayaklı olma. Ayaklarının adedi fazla olma. |
İSTİKDAR |
Cenab-ı Allah'dan (C.C.) hayırlı şeylerin olmasını isteme. |
İSTİKFA |
Yetinme, kâfi bulma, yeter sayma. Mevcud olan ile iktifâ etme. |
İSTİKFA |
Bir kimsenin başına veya ensesine sopa ile vurma. |
İSTİKFAF |
(Kifâf. dan) Kanaat etme, az şeyi yeter bulup râzı olma. * Yetişme. * Dilenci gibi el uzatma. |
İSTİKFAL |
(Kefâlet. den) Kefil olma, kefilliği kabul etme. |
İSTİKFAL |
Çekmecede, kasada veya kilitli bir yerde bulundurma. |
İSTİKLA |
Te'hir etme. Sonraya bırakma. * Alıkoyma, mâni olma, engel olma. * Veresiye alma, borç olarak alma. |
İSTİKLÂL |
(Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş. * Az bulma, kâfi görmeme. * Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma. |
İSTİKLÂLCU |
f. İstiklâl arayan. Müstakil olmak, hür olmak için çalışan. |
İSTİKLÂLİYET |
İstiklâl üzere bulunma. Hür ve müstakil olma. Başlı başına buyruk olma. |
İSTİKMAL |
Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak. |
İSTİKNAH |
(Künh. den) Bir şeyin hakikatını ve künhünü araştırma. |
İSTİKNAN |
Gizlenme, saklanma. |
İSTİKRA' |
Kiralamak, kiraya vermek. |
İSTİKRA' |
Gezmek, dolaşmak, etraflı bilgi edinmek. Ayrı ayrı hâdiselerdeki müşterek vasıflara dikkat ederek umumi bir netice çıkarmak. Umumi araştırmak. Fertten umuma âit hüküm sâhibi olmak.(Akıl ve hikmet ve istikra ve tecrübenin şehadetleri ile sabit olan hilkat-i mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder. S.) |
İSTİKRAB |
Yaklaştırma, yakınlaştırma. * Akraba olma. |
İSTİKRAH |
Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek. |
İSTİKRAÎ |
Man: İstikraya ait ve müteallik. İstikra' yolu ile. |
İSTİKRAM |
Kerem ve lütuf isteme. |
İSTİKRAR |
Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek. |
İSTİKRAR |
(Tekrar. dan) Tekrarlatmak. |
İSTİKRAZ |
Borçlanmak. Ödünç almak. Borç almak. |
İSTİKRAZAT |
(İstikraz. C.) Ödünç para almalar, borçlanmalar. |
İSTİKSA |
Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma. * Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma. |
İSTİKSAB |
Kazanma, kesbetme. |
İSTİKSAM |
Yemin teklif etme. * Bölüşme, taksim etme, paylaşma. |
İSTİKSAR |
(Kesret. den) Çok görme, çok görünme. Çoğumsama, çoğumsanma. * Çokluğu isteme. |
İSTİKŞAF |
(C: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma. * Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma. |
İSTİKTAB |
Söyleyip yazdırma. Dikte ettirme. * Yazısını kontrol etmek için bir kimseye bir kaç satır yazı yazdırma. |
İSTİKTAL |
Ölümden korkmayarak kendini tehlikeye atma. Tehlikeli işlere yiğitçe atılma. |
İSTİKTAM |
Gizlemeğe çalışma. Saklamak için uğraşma. |
İSTİKTAR |
(Katr. den) Damıtma. Damla damla akıtma. |
İSTİKVAS |
Kavislenme, kıvrılma, yay gibi eğilme. |
İSTİKYA |
(Kayy. den) Kusma, istifrağ etme. |
İSTİKZAR |
Çirkin, pis ve kötü görmek. |
İSTİ'LA |
(Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak. * Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir. (Bak: Müsta'liye) |
İSTİLA |
(Vely. den) Kaplamak, yayılmak. * Ele geçirmek. İşgal etmek. * Meydanın sonuna erişmek. * Basmak. Galebe etmek. |
İSTİLAB |
(Selb. den) Kapma, kapıp alma, selbetme. |
İSTİ'LAC |
(İlâc. dan) İlaç isteme. |
İSTİLAC |
İçilecek şeylerden pek çok içme. |
İSTİLAD |
Doğurtma. Çocuk isteme. |
İSTİLADÎ |
Doğurtucu. |
İSTİLAL |
Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma. |
İSTİLAL-İ SEYF |
Kılıcı kınından sıyırıp çıkarma. |
İSTİLAM |
Öpmek veya el sürmek. Selâm vermeyi isteme. * Kâbeyi tavaf esnasında Hacer-ül Esvede el sürmek, el süremese el işareti ile öper gibi yapmak, okşamak. |
İSTİ'LAM |
(İlm. den) Bilgi edinmek için yüksek bir makamdan alt makama sorulma. * Yazı ile bilgi isteme. |
İSTİ'LAN |
(İlân. dan) İlânını isteme. |
İSTİLANE |
Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak. |
İSTİLBAS |
Geç kalma, gecikme. |
İSTİLHAK |
İlhâk olmağa, katışmağa çalışma. |
İSTİLKA' |
Arka üstü yatarak uyuma. |
İSTİLZAM |
Lüzumlu olmak. Gerektirmek. Lâzım addetmek. İcâbettirmek. |
İSTİLZAZ |
Hoşa gitmek, lezzet almak. |
İSTİM |
Buharla işleyen makinaların kazanında birikip makinayı işleten buğu, buhar. |
İSTİM |
f. Cerahat. Yara. |
İSTİMA' |
(Sem'. den) Dinlemek. Kulak vermek. Dinleyip kabul etmek. İşitmek. |
İSTİMA |
Birisinin ziyaretine gitmek. |
İSTİMAHA |
Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek. |
İSTİ'MAL |
(Amel. den) Kullanmak. Faydalanmak. |
İSTİ'MALAT |
(İsti'mal. C.) Kullanışlar. Kullanmalar. |
İSTİMALE |
Avutmak. Meylettirmek. Cezbettirmek. * Gönül almak. Çok mal sahibi olmak. |
İSTİMAN |
Aman dilemek, himaye istemek. * Teslim olmak. |
İSTİ'MAR |
Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek. * Müstemleke yapmak, sömürgeleştirmek. İstimlak etmek. |
İSTİMARE |
ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri. * Baha biçme. |
İSTİMAZE |
Ayrılma, ayrı durma, açıkta bulunma. |
İSTİMBAT |
(Bak: İstinbat) |
İSTİMBOT |
ing. Küçük vapur, çatana. |
İSTİMDAD |
Medet ve yardım istemek. |
İSTİMHAL |
(Mehl. den) Zaman isteme, mühlet isteme. |
İSTİMLA |
Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak. |
İSTİMLAK |
İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi. * Mülk satın almak. * Mülk sahibi olmak. |
İSTİMLAL |
(Melâl. den) Can sıkılıp usanma, melâl getirme. |
İSTİMNAN |
İhsan isteme. |
İSTİMRAR |
Devam. Sürüp gitmek. * Kavi ve dâim olmak. |
İSTİMRARÎ |
İstimrara ait ve müteallik. Devamlılık, sürüp gidiş. |
İSTİMSAK |
(İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma. |
İSTİMSAL |
Misal edinmek. Örnek tutmak. |
İSTİMTA' |
(Temettü. den) Faydalanma, menfaati olma. |
İSTİMTAR |
Yağmur dileme. |
İSTİMZAC |
Uyuşmak. Beraber karışmak. * Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak. * Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak. |
İSTİNAA |
Yürüyüşte bir kimseyi geçme. |
İSTİNABE |
Niyabet istemek. * Huk: Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme tarafından başka bir mahkemeye veya kendi âzâsından birisine salâhiyet verilmesi. |
İSTİ'NAD |
İnatlaşma, inat yapma. Muannidlik. |
İSTİNAD |
Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek. |
İSTİNADEN |
İstinad ederek. Dayanarak, güvenerek. |
İSTİNADGÂH |
f. Dayanacak yer. Güvenecek yer veya kimse. |
İSTİNADGERDE |
İstinad edilmiş. Kendine güvenilmiş veya dayanılmış. |
İSTİNADÎ |
İstinad etmekle alâkalı. |
İSTİNAF |
Baştan başlamak. Yeniden başlamak. * Gr: Sözün başlangıcı. * Huk: Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi arasındaki bir derece yüksek mahkemeye verilen isim. |
İSTİNAFEN |
İstinaf yolu ile. |
İSTİNAHE |
Yaygarayı basma. * Ağlamak isteme. * Kurdun uluması. |
İSTİNAME |
Uyur gibi görünme. Yalandan uyuma. |
İSTİNAN |
Misvâk kullanma. Dişleri temizleme. (Misvâk kullanmak, sünnet-i seniyyedendir.) |
İSTİNARE |
Parlatmak. Parlak ve aydınlıklı olmak. * Ateş istemek. |
İSTİNAS |
Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması. |
İSTİNASE |
Bir kimseyi beraber götürme. * Depretme. |
İSTİNBA |
Haber sormak. Haber istemek. * Vâkıf olmak. Bilmek. |
İSTİNBAT |
Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak. * Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması. * Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana çıkarması. * Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak. |
İSTİNCA |
Birisinden maksadını istihsal etmek. * İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri temizlemek. |
İSTİNCAD |
Yardım isteme. |
İSTİNCAH |
İşinin olmasını isteme. |
İSTİNCAS |
Bulaşma veya bulaştırma. |
İSTİNFAD |
Bir şeyden bıkkınlık gelme, usanma. * Bir şeyi tüketme, harcama. |
İSTİNFAK |
Malı harcıyarak tüketme. * Nafaka peydâ etme. |
İSTİNFAR |
Ürküp dağılma. |
İSTİNFAZ |
Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme. |
İSTİNGA |
İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda. |
İSTİNHAC |
Bir kimsenin dediğine uyma. Söylediğini yapma. Yoluna gitme. |
İSTİNHAS |
Haberi iyice inceleme. |
İSTİNHAZ |
Bir kimseye bir iş için kımıldamamasını emretme. |
İSTİNKA |
Pâk olmasını istemek. İstincadan sonra hiç bir pislik eseri bırakmamak. |
İSTİNKÂF |
Kabul etmemek. Çekimser kalmak.(İşte ey insan! Eğer yalnız O'na abd olsan, bütün mahlukat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubudiyetten istinkâf etsen, âciz mahlukata zelil bir abd olursun! S.) |
İSTİNKÂH |
Araştırma. Ağız koklama. |
İSTİNKÂH |
(Nikâh. dan) Bir kadını nikâhla alma, nikâhlamak isteme. |
İSTİNKÂR |
Bilmemezlikten gelmek. * İnkâr etmek. * Bilmediği bir şeyi sormak. |
İSTİNKAS |
Bir şeyin fiatını düşürmeye çalışma, ucuzlatmağa uğraşma. |
İSTİNKAŞ |
Nakşetme, nakşedilmesini isteme. |
İSTİNSA' |
Veresiye isteme. * Borcunu ödeyebilmek için mühlet isteme. |
İSTİNSAB |
(Neseb. den) Soyu bildirme. Soy dâvâsı gütme. |
İSTİNSAF |
Alacağını alma. Hakkını tamâmen alma, ödeşme. |
İSTİNSAH |
(Nesh. den) Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek. * Silinmesini ve iptalini istemek. |
İSTİNSAH |
(Nush. dan) Nasihat alma. Öğüt isteme. |
İSTİNSAR |
Burna su veya başka bir ilâç çekip temizleme. * Püskürme. |
İSTİNSAR |
(Nasr. dan) Yardım isteme. |
İSTİNSAREN |
Arka çıkarak. * Yardım ümid ederek. |
İSTİNŞA |
Güzel koku koklama. * Haber, havâdis araştırma. |
İSTİNŞAD |
(Neşd. den) Bir kimseden şiir okumasını isteme. * Birine manzume okutma. |
İSTİNŞAK |
Abdest veyâ gusül esnâsında burun'a (üç defa) su çekmek. * Şiddetle koklamak, koklatmak. |
İSTİNTAC |
Netice almak. Netice çıkarmak. |
İSTİNTAK |
Söyletmek. * Huk: Sorguya çekmek. Maznundan işlediği fiile dâir ifade almak. |
İSTİNTAKNÂME |
Huk: Sorguya çekilen kimsenin ifâdesinin yazıldığı kâğıt. |
İSTİNZAL |
Tenzil etmek. İndirmek. * İnmesini istemek. |
İSTİRA' |
İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma. * Çakmak taşında ateş çıkartma. |
İSTİR'A |
Riâyet isteme. |
İSTİ'RAB |
Sonradan Araplara dâhil olmak, araplaşmak. |
İSTİRABE |
Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma. |
İSTİRAHAT |
Dinlenmek. Rahatlamak. |
İSTİRAK |
Sirkat etmek. Çalmak. Hırsızlık etmek. |
İSTİRAK-I SEM' |
Haber çalmak, kulak hırsızlığı. |
İSTİ'RAK |
Terlemek için yatma. |
İSTİRBAH |
(Rıbh. den) Fâize para yatırma, fazla faizle verme. |
İSTİRCA' |
Geri dönmek. Dönmeği arzulamak. * İlm-i Hâlde: Bir cenaze gördüğü zaman: $ diye söylemek. |
İSTİRCA |
(Recâ. dan) Yalvarma, dileme, rica etme. |
İSTİRDA' |
Çocuk emzirtme. |
İSTİRDAD |
Geri almak. Geri almayı istemek. |
İSTİRDAF |
Beraber olmayı istemek, beraber gitmeği arzu etmek. |
İSTİRFA' |
(Ref'. den) Yapılmasını arzulama. * Yukarı kaldırılmasını isteme. |
İSTİRFAD |
Yardım isteme. |
İSTİRFAH |
(Refh. den) Refah, rahatlık ve bolluk isteme. * Rahatlık ve bolluk içinde bulunma. |
İSTİRHA' |
(Rehavet. den) Gevşeme, uyuşma, tembelleşme, rehavet gelme. |
İSTİRHA-Yİ ADELÂT |
Adalelerin, kasların gevşemesi. |
İSTİRHA-YI A'SÂB |
Sinirlerin gevşemesi. |
İSTİRHAB |
Korkutma veya korkutulma. |
İSTİRHAM |
Merhamet istemek. Yalvarmak. * İzin istemek. Rica etmek. |
İSTİRHAMAT |
(İstirhâm. C.) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler. |
İSTİRHAMNAME |
f. Bir rica veya arzu maksadıyla yazılan mektub. |
İSTİRHAN |
(Rehn. den) Rehin alma veya rehin alınma. |
İSTİRHAS |
Bir şeyi ucuz görme, ucuz sayma. |
İSTİRKAB |
(Rekabet. den) Çekememe, rekabet yapma. |
İSTİRKAK |
(Rıkk. dan) Harbde düşman tarafından esir alma. * Köle edinme, bir kimseyi kendine köle olarak alma. |
İSTİRŞA' |
Bir işi yapmak için bir şey isteme. * Rüşvet isteme. |
İSTİRŞAD |
(Reşad. dan) Hak yoluna gitmek isteme. |
İSTİRVAH |
Rahatlama, istirahat etme. * Şiddetle koklama. |
İSTİRZAK |
(Rızk. dan) Rızk ve nafaka elde etmek için çalışma. |
İSTİRZAL |
(Rezalet. den) Rezil sayma. Kepaze, bayağı ve aşağılık görme. |
İSTİ'SA' |
(İsyan. dan) İsyan etme. Anarşistlik ve zorbalık yapma. |
İSTİSA' |
Bollaşma, bollanma, genişleme. |
İSTİS'AB |
Zor addetmek. Güç saymak. * Güçlük çekmek. |
İSTİ'SAB |
İğrenme, tiksinme. |
İSTİSABE |
Sevap kazanmak isteme. |
İSTİS'AD |
(Sa'd. dan) Uğurlu sayma. Mes'ud nazarıyla bakma. |
İSTİSAK |
Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma. |
İSTİSAL |
(Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak. * Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak. |
İSTİS'AL |
(Suâl. den) Soruşturma, tahkik etme, araştırma. |
İSTİ'SAM |
İsmetli olmayı istemek. Temizlik istemek. Günah ve ayıplardan temiz olmak. |
İSTİSAR |
Bir şeyden fazla miktarda alma, çoğaltmağa çalışma. |
İSTİSAR |
Kolaylaşmak, kolay olmak. |
İSTİ'SAR |
Bir işin güç olmasını arzulama. |
İSTİ'SAR |
Seçme, ayırma, intihab etme. * Seçip benimseme. |
İSTİ'SAR |
Esir olma veya esir etme. |
İSTİSARE |
Toz savurma, tozutmak, toz kaldırma. * Fesatçılık ve fitnecilik yapmak. |
İSTİSBAT |
(Sebt. den) Acele etmeyip tedbirli ve hesaplı davranma. |
İSTİSDAD |
(Sedad. dan) Doğruluk, dürüstlük. |
İSTİSFA |
Madeni eritip tasfiye etmek, hâlisini almak. |
İSTİSGAR |
Küçümsemek. Küçük görmek. Kerih görmek. |
İSTİSHAB |
Fık: Mazide sabit olup bilâhare zâil olduğu bilinmeyen bir şeyin hâlâ devam ettiği sayılmasıdır. (Birisinin ölümüne dair kat'i haber olmasa sağ sayılması gibi.) |
İSTİSHAB |
(Sohbet. den) Yanına alma. Birlikte götürme, beraber götürme. |
İSTİSHABEN |
Beraber götürerek, yanına alarak. |
İSTİSHAL |
Kolay saymak. Bir şeyi kolay addetmek. |
İSTİSHAR |
Alay etme, zevklenme, eğlenme. |
İSTİSKA' |
(Saky. den) Su isteme. Susama. * Yağmur duasına çıkma. * Vücudun bazı yerlerinde su toplanması hastalığı. |
İSTİSKAL |
Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek. |
İSTİSLAF |
(Selef. den) Birinin yerine geçme. Selef olma. |
İSTİSLAL |
Çekip çıkarma, sıyırma. |
İSTİSLAM |
Uyma, tabi olma. * Müslümanlığı kabul etme. İslâm olma. * Yolun ortasından gitme. |
İSTİSMAR |
Menfaatine âlet etmek. İşletmek. * Kıymetlendirmek. Sömürmek. |
İSTİSNA |
Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. * Arapçada istisnâ kelimeleri şunlardır: $ |
İSTİSNAAT |
(İstisna. C.) İstisnalar, müstesna kılmalar, ayırmalar. |
İSTİSNAÎ |
İstisnaya âit. Ayırmayla alâkalı. |
İSTİSNAN |
İhtiyarlama, yaşı ilerleme, yaşlılanma. |
İSTİSRA' |
(Sür'at. den) Sür'atlendirme, hızlandırma, çabuklaştırma. |
İSTİSRAR |
Odalık alma. |
İSTİSVAB |
(Savab. dan) Doğru bulma, mâkul görme, beğenme. |
İSTİSVABEN |
Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek. |
İSTİSVABGERDE |
f. Beğenilmiş. Doğru bulunmuş, tasvib olunmuş, mâkul görülmüş. |
İSTİ'ŞA |
Ateş ışığıyla yol yürüme. |
İSTİŞ'AR |
Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek. * Kullanmak. * Ürkmek. |
İSTİŞ'ARAT |
(İstiş'ar. C.) Yazı ile bildirilmesini istemeler. |
İSTİŞARAT |
(İstişare. C.) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler. |
İSTİŞARE |
Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak. |
İSTİŞAT(A) |
(Şatt. dan) Çok kızma, öfkelenme, gazaba gelme. * Coşma, taşma. * (Kuş) hızla uçma. |
İSTİŞFA' |
Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek. |
İSTİŞFA |
Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak. |
İSTİŞFAEN |
Derdine derman aramak gayesiyle. Şifa istemek suretiyle. |
İSTİŞFAF |
(Şeffaf. dan) Şeffaf ve saydam olma. |
İSTİŞHAD |
Birisinin şâhidliğini istemek. Şâhid göstermek. Delil olarak ileri sürmek. * Şehid olmak. |
İSTİŞHADAT |
(İstişhad. C.) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler. * Şehid olmalar. |
İSTİŞHADEN |
Şâhid göstererek, şâhid getirerek. |
İSTİŞHAR |
Şöhret sahibi olmak. Şöhret kazanmak. |
İSTİŞKAL |
Zorlaştırma, güçleştirme, müşkülât verme. |
İSTİŞMAM |
Koklamak. Kokusunu almak. * Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak. * Uzaktan haber almak. |
İSTİŞRA |
Satın alma. Satın almak isteme. |
İSTİŞRAB |
İmâ ederek ve kapalı olarak anlatmak isteme. * İçmek isteme. |
İSTİŞRAF |
Ellerini güneş ışığına siper etme. |
İSTİ'TA |
(Atâ. dan) Bahşiş istemek. Atiyye istemek. |
İSTİTAAT |
(Tav'. dan) Tâkat getirmek. Kudreti ve gücü yeter olmak. |
İSTİ'TAB |
Kendinden razı, hoşnut etme. |
İSTİTABE |
Tövbe ettirme. Tövbe teklif etme. |
İSTİTABE |
Hoş ve iyi bulma. |
İSTİTAF |
Kaplama, ihtiva etme. |
İSTİ'TAF |
Yardım taleb etme. * Acımayı isteme. |
İSTİ'TAFKÂRANE |
f. Şefkat, merhamet isteyene yakışır halde. |
İSTİTAL |
Gözyaşları inci gibi dökülme. * Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma. |
İSTİTALE |
Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek. * Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak. * Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat Dad harfine aittir. * Tıb: Vücutta bazı organların uzaması. |
İSTİT'AM |
Yemek isteme. Yiyecek şeyler taleb etme. |
İSTİTAN |
Vatan edinme, bir yerde yerleşme, yurt edinme. |
İSTİTAR |
Kapanmak, örtünmek. |
İSTİTAR |
Yazma. |
İSTİTARE |
Örtülecek, perdelenecek şey. |
İSTİTARE |
Gönderme veya gönderilme. Yollanma. * Uçurma veya uçurulma. |
İSTİTBA' |
Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek. |
İSTİTBAB |
(Tıbb. dan) Doktora başvurma, kendini hekime gösterme. * İlâç arama. * Çare isteme, derdine devâ arama. |
İSTİTMAM |
(Tamam. dan) Tamamlama, tamamlamağa çalışma. Tamamlamasını isteme. Bitirmek için uğraşma. |
İSTİTRAB |
Sevinmeyi, süruru istemek. |
İSTİTRABÎ |
Sürur ve sevinmeyi istemeğe dâir. |
İSTİTRAD |
Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek. |
İSTİTRADEN |
Edb: Bir bahis anlatırken, söz gelimi, başka bir mes'eleyi de anlatıvermek suretiyle. |
İSTİTRADÎ |
İstitrad ile alâkalı. Asıl mevzudan olmayan. |
İSTİTRADİYAT |
(İstitrad. C.) İstitrad şeklinde söylenen sözler. |
İSTİTRAF |
(Turfe. den) Hiç görülmemiş bir şey sayma. * Şubelendirme, dallandırma. |
İSTİVA |
Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. * İstila eylemek. |
İSTİVA-Yİ SİNN |
Kırk yaşlarına gelme. |
İSTİVFA |
Vefa istemek. |
İSTİYA' |
Kötü davranma. Fena muamelede bulunma. |
İSTİYAK |
Misvâk kullanma. |
İSTİYAS |
(Ye's. den) Ye'se düşme, ümitsizlenme. |
İSTİZA' |
Işıklanma, aydınlanma. |
İSTİ'ZAB |
Birşeyi tatlı bulmak, tatlı saymak. Tatlı su istemek. |
İSTİZADE |
(Ziyade. den) Arttırılmasını arzulama, çoğaltılmasını isteme. |
İSTİZAE |
(Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma. |
İSTİZ'AF |
(Za'f. dan) Zayıf ve âdi görme, küçümseme. |
İSTİZAH |
Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek. * Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda soruşturma yapılması istenilen sual. |
İSTİZAHEN |
Bir şeyin açıklanmasını isteyerek. |
İSTİZALE |
(İzale. den) Yok edilme, izale olma. |
İSTİ'ZAM |
Büyük tutmak ve büyük tanımak. * Gururlanmak. Kibirlenmek. |
İSTİZAN |
Bir hususta izin istemek. İzin için danışmak. |
İSTİ'ZAR |
Özür ve afv dileme. |
İSTİZARE |
Ziyaretine gelinmesini isteme veya ziyarete gelmesi istenilme. |
İSTİZHAN |
Akıl etmek, düşünmek. |
İSTİZHAR |
Dayanmak. Güvenmek. Arka vermek. * Yardım istemek. Zahîr istemek. * Ezberlemek. * Aşikâr etmek. |
İSTİZKÂR |
(Zikr. den) Hatıra getirme, hatırlama. Tahattur etme. * Ezberleme, ezber etme. |
İSTİZLAL |
(Zelle. den) Ayağını kaydırmak istemek. |
İSTİZLAL |
(Zill. den) Aşağılık ve zelil görme. * Bayağı ve âdi görülme. |
İSTİZLAL |
(Zıll. dan) Gölgelenme. Gölge altına girme. * Sığınma, himâyesine girme. * Gölgede oturma. |
İSTİZMAM |
Zemmetme, yerme, tenkid etme. * Kötü ve beğenilmeyen işler yapma. |
İSTİZMAR |
(Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma. |
İSTİZRAF |
(Zerafet. den) Zarif görünme, incelik gösterme. Zerafet gösterme. |
İSTUH |
f. Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare. |
İSVİDAD |
Kararma, kara olma, esmerleşme. Siyahlanma. |
İSVİDAD-I CİLD |
Cildin kararması, esmerleşmesi. |
İSYAN |
İtaatsizlik. Emre karşı gelmek. Ayaklanmak. |
ÎŞ |
Yaşayış. Yaşamak. Zevk u safa sürmek. * Hayata medar olan ve geçinilen şeyler. * Ekmek. Gıda. |
İ'ŞA' |
Akşam yemeği verme. |
İŞ'A' |
Güneş, ışığını dağıtma. Şuâlanma. |
İŞA |
(Ağaç) çiçek açma. |
İŞA'-İ EŞCAR |
Ağaçların çiçek açması. |
İŞA' |
(Bak: Işa) |
İŞAA |
Bir haberi yaymak, duyurmak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına sebeb olmak. |
İŞAAT |
(İşâa. C.) Haber yaymalar. |
İŞAAT-I KÂZİBANE |
Kötü niyetlerle yalan haberler yayma. |
İŞ'AB |
Ölme, irtihal etme. |
İŞABE |
Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması. |
İŞADE |
Çağırmak. Sesini yükseltmek. * Dünyevi matluba yetişmek. * Binayı yükseltmek. |
İŞAEYN |
(Bak: İşâân) |
İŞAHA |
Misvâk kullanma. |
İŞ'AL |
Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak. Şiddetlendirmek. |
İŞAR |
Birlikte geçinmek, muâşeret etmek. Hoş geçinmek. |
İŞ'AR |
Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek. |
İŞ'ARAT |
(İş'ar. C.) Tebliğler, bildirmeler. |
İŞARAT |
İşaretler. |
İŞARAT-ÜL İ'CÂZ |
İ'caza dair işaretler. |
İŞARAT-ÜL İ'CAZ Fİ MEZAN-İL ÎCAZ |
Îcaz zannolunan yerlerdeki i'caza işaretler. * Risale-i Nur Külliyatından bir kitap ismidir. |
İŞARET |
Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek bildirmek. * Nişan, alâmet, belli bir iz. * Ist: Doğrudan doğruya olmadan, hatırlatma suretiyle verilen emir. (Münasebat-ı tevafukiye eğer taaddüt etse ve ayrı ayrı cihetinden bir hâdiseye muvafık gelse, hem bilhassa makama mutabık, hem bilhassa kelâmın mânâsına muvafık ve müeyyid olsa, o muvafakat o vakit işaret derecesine çıkar. Evet muzaaf münasebet, işarettir. M.) |
İŞARET-İ ÂLİYE |
Tar: Şeyh-ül islâm, defterdar ve yeniçeri ağası gibi maiyyet memurlarından biri tarafından yazılan takrir veya ilam üzerine sadrazamın kabul veya red şeklinde yazdığı yazı. * Sadaret makamından çıkan emirler. |
İŞBA' |
Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak. * Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması. * Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı kelimeye bir harf ilâve etme. |
İŞBAŞI |
t. Bir işte çalışanların başı, reisi. * İşe başlama saati. |
İŞBU |
İşte bu. Bu, şu. |
İŞCA' |
Yenme, ezme. * Kederlendirme, hüzün verme, üzme. |
İŞCAR |
(Şecer. den) Ağaç yetiştirme. Ağaçlandırma. |
İŞCAZ |
Kederlendirme, üzme, hüzün ve gam verme. |
İŞE |
f. Orman, sık ağaçlık. * Câsus, hafiye. |
İŞFA' |
(Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için çeşitli çarelere başvurma. |
İŞFAF |
Üstün tutma. |
İŞFAK |
Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme. * Sevme. * Sakınma ve korkma. * Azaltma. * Lütfetme, bağış, ihsan. |
İŞGAL |
Zabtetme, istilâ etme. * Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma. |
İŞGENE |
f. İhiyarlıktan veya kızgınlıktan dolayı yüzde hâsıl olan buruşukluk. |
İŞGERE |
f. Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş. |
İŞGERF |
f. Dayanıklı, sağlam, kalın. * Şan, nam, ün, şeref. |
İŞGUH |
f. Yere yıkılış, yüz üstü kapanış. |
İŞGÜÇ |
t. Meşguliyet, vazife, memuriyet. |
İŞGÜFE |
f. İstifrağ, kusma. * Çiçek. |
İŞGÜZAR |
f. Becerikli, çalışkan. * Kendini göstermek için gerekmezken işe karışan. |
İŞHA' |
(Şehi. den) İstenileni verme. * Göz dikme, almak isteme. |
İŞHA' |
Ağız açma, ağzını açma. |
İŞHAD |
Delil getirme, delil olarak gösterme. Şehadet ettirme, şâhid gösterme. * Şehid olma. |
İŞHAR |
Ün alma, meşhur olma, şöhret kazanma. * Kadın, doğum yapacağı aya girme. |
İŞHAS |
Fesatçılık ve dedikoduculuk yapma. Çekiştirme. Gıybet etme. |
İŞHAS |
Gitme zamanı gelip çatma. * Tedirgin ve rahatsız etme. |
İŞHAZ |
Keskinleştirme, bileme. |
İŞHAZ-I SEYF |
Kılınç bileme. |
İŞKA' |
Şaki ve bedbaht eylemek. |
İŞKA' |
Şikâyet ettirme. * İntikam alma, öç alma. * Darıltma, gücendirme. |
İŞKÂL |
Güçleştirme, müşkilleştirme. * Zorlaştırma. * Şüpheli ve karışık olma. |
İŞKAMPAVİYA |
İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve levâzım alınmasında kullanıldığı gibi eskiden donanmaya su alınacağı zaman su ile doldurulur, diğer bir filika yedeğinde geminin bordasına götürülerek geminin tulumbasıyla içindeki su nakledilirdi. (O.T.D.S.) |
İŞKÂR |
f. Av. * Avlama. |
İŞKEMBE |
f. Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. * Karın. |
İŞKENCE |
F. Eziyet, azab. |
İŞKESTE |
f. Kırık, bitik. Kırılmış. |
İŞKİL |
f. Şüphe, vesvese. Vehimlenmek. * Hile, tezvir. * Sağ ön ayağı ve sol arka ayağı beyaz olan at. |
İŞKÜFE |
f. Çiçek. |
İŞKÜNC |
f. Çimdik. |
İŞLEK |
t. Çok işler, fazlaca işlenen. * Tecrübeli, idmanlı, alışık. |
İŞMAM |
Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek. * Kibirden dolayı başı dik yürümek. * Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe hissettirmek. Harfin sesini genizden hissettirmek, biraz duyurmak, harfi çıtlatmak. |
İŞMAR |
Göz kırpma, işaret. |
İŞMİ'ZAZ |
Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme. * Titreyip ürperme. |
İŞNUŞE |
f. Aksırık. |
İŞPİHTE |
f. Su sızıntısı. * Yayılmış, saçılmış. |
İŞPORTA |
(Arnavutça) Seyyar satıcı tezgahı. * Yayvan yemiş sepeti. |
İŞRAB |
(Şürb. den) İçirme veya içirilme. * Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma. |
İŞRAF |
Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama. * (Hasta) ölüm döşeğinde olma. |
İŞRAK |
Allah'a şerik koşma. Allah'tan başkasından medet bekleme. |
İŞRAK |
Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. * Güneşlik yere dahil olmak. * Mc: Kalbe mânaların doğması. |
İŞRAKÎ |
Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri. |
İŞRAKİYYE |
İşrakiyyunların bâtıl ve hurafe mesleği. (Bak: Akl-ı evvel) |
İŞRAKİYYUN |
İşrakiyye felsefesi ile iştigal eden ve ehl-i şirk olan feylesoflar. (Bak: Akl-ı evvel) |
İŞRET |
İçki. Alkollü meşrubat. * İçki içme. Alkollü içki kullanma. |
İŞRETGÂH |
f. İşret edip içki içilecek yer. |
İŞRETHANE |
f. İşret yapmaya mahsus yer. Meyhane. * Mc: Bu dünya. |
İŞRETKEDE |
f. İşret yeri. İşrethane. |
İŞRETSAZ |
f. İşret eden, içki içen. |
İŞRÎN |
(İşrûn) Yirmi. (20) |
İŞRİRAK |
Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme. |
İŞSA |
(Teşsi') Ayakkabısına tasma takma, kayış geçirme. |
İŞTAT |
Adaletsizlik edip hükümde zulmetme. |
İŞTAT |
Dağıtma veya dağıtılma. |
İŞTEK |
f. Çocuk kundağı. |
İŞTİAL |
Tutuşma. Parlama. Alevlenme. * Mc: Şiddetlenme. |
İŞTİALÂT |
(İştial. C.) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar. * Mc: Şiddetlenmeler. |
İŞTİBAH |
Şüphelenmek. Şüphe etmek. * Kolay fark olunmaz derecede benzemek. |
İŞTİBAK |
(Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek. * Karşılıklı birbirine geçmek. * Perişanlık. * Zâhir olmak. * Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar. |
İŞTİCAR |
Zıdlaşma. * Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma. |
İŞTİDAD |
(Şiddet. den) Şiddetlenme. * Sertleşme, katılaşma. * Büyüme. Artma, çoğalma, ziyâdeleşme. |
İŞTİFA' |
İyi olma, şifa bulma. |
İŞTİGAL |
Bir iş işlemek. Uğraşmak. Çalışmak. Meşgul olmak. |
İŞTİGALAT |
(İştigal. C.) Meşguliyetler, çalışmalar, uğraşmalar. |
İŞTİHA |
Meyil. Haz. Fazla istek. Arzu. * Açlıktan gelen yemeğe karşı fazla isteklilik. |
İŞTİHAB |
Ağarma, beyazlama, kırlaşma. |
İŞTİHA-ENGİZ |
f. İştiha açıcı, iştah verici. |
İŞTİHAR |
Meşhur olma. Tanınma. Ün alma. |
İŞTİKÂ' |
(Şekva. dan) Şikâyet etme, şekvada bulunma. |
İŞTİKAK |
Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri. * Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak. * Edb: Aynı kökten türemiş olan birkaç kelimeyi bir araya getirme sanatı. Misaller:(Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. İk.M.)(Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem. Mehmed Akif) |
İŞTİMAL |
İçine almak, kaplamak. Çevirmek, ihata etmek. Şâmil olmak. |
İŞTİMAM |
Gereği gibi koklamak. Koku duymak. |
İŞTİN |
Toprak kandil. |
İŞTİRA |
Satın almak. Mübayaa etmek. |
İŞTİRAK |
Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak. * Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: "Ayn" kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir. |
İŞTİRAK-I LİSAN |
Lisan ortaklığı. Aynı dili konuşma keyfiyeti. |
İŞTİRAKÎ |
Ortaklığa ait, ortaklıkla alâkalı. * Komünist. |
İŞTİRAKİYYE |
Komünistlerin bir nazariyesi olan sosyalistlik. |
İŞTİRAKİYYUN |
Komünist sosyalistler. |
İŞTİRAT |
(Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma. |
İŞTİTAT |
Dağılma. Perişan olma. |
İŞTİTAT |
Zulmetme. Haksızlık etme. Hükümde ve sair işlerde eziyet etme. |
İŞTİVA' |
Kızarma, pişip yenecek duruma gelme. |
İŞTİVA-YI LAHM |
Etin kızarması. |
İŞTİYAK |
Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek. |
ÎŞ U NÛŞ |
Yiyip içme. Sefahet. İşret ve eğlence. |
İŞVE |
Güzellerin gönül çeken naz ve edâsı. Gönül çekici tavır. |
İŞVEBAZ |
f. Naz edici, edâ yapan, cilveli. * Meşhur bir cins lâle. |
İ'TA |
Vermek. Bahşetmek. İhsan etmek. |
İ'TA-YI MA'LUMAT |
Malumat verme. Bilgi verme. |
İTA |
Edb: Kafiyenin bir mânada olarak aynen tekrar edilmesi. |
İTAAT |
Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek. |
İTAB |
Kolsuz ve yakasız kadın gömleği. |
İTAB |
Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak. |
İT'AB |
Yormak. Yorgunluk vermek. Sıkıntı vermek. |
İ'TAB |
Öldürme, katletme. Helâk etme. |
İ'TAB |
Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak. * Hışım etmek. |
İTABNAME |
f. Azarlama mektubu. |
İTAD |
Kazık çakma. |
İTAD |
İnekten süt sağarken, hayvanın ayağına geçirilen ip. |
İTAHA |
Bir şeyi tamamlama, yapıp bitirme, hazır etme. |
İ'TAK |
Esir, köle veya cariyeyi serbest bırakma. |
İTALE |
Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek. * Birini zemmetmek, ayıplamak. |
İTALE-İ DEST |
El uzatma, hıyânet etme. |
İTALE-İ LİSÂN |
Dil uzatma, kötü şeyler söyleme. |
İTALİK |
Fr. Üstten sağa doğru yatık matbaa harfi. |
İT'AM |
Yemek yedirmek. Doyurmak. Taam vermek. |
İT'AM |
İkiz doğurma. |
İT'AMİYYE |
Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan tahsisat. |
İTAN |
Vatan sayma, yurt kabul etme. |
İTAR(E) |
Bir şeyin peşini bırakmayıp tâkib etme. * Dikkat ve hiddetle bakma. |
İTARE |
(Tayerân. dan) Uçurma veya uçurulma. * Hızla gönderme, yollama. * Otomobil tekeri. |
İTARE-İ KEBUTER |
Güvercin kuşu uçurma. |
İTARE-İ NAME |
Sür'atle ve hevesli bir şekilde mektub yollama. |
İT'AS |
Öldürme, katletme. |
İTAŞ |
(Atş. dan) Susuz bırakma, susuz olma. |
İTAT |
Düşmanlık, zıtlık, adavet, muhasame. |
İTAVE |
(C.: Etâvâ) Rüşvet verme. |
İTBA' |
Tâbi' kılmak. Ardına katmak. * Gr: Bir kelimenin sonuna ilâve edilen tekerleme nev'inden mânasız söz. (Yazmak mazmak, Okumak mokumak gibi.) |
İTBAK |
(Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak. * İttifak etmek. * Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir. (Bak: İdbak) |
İTBAL |
Kederlenme, kederlendirme. Derde, hüzne ve kedere düşürme. |
İTDAN |
Islanma veya ıslatma. |
İTFA' |
Söndürme. Bastırma. Dindirme. * Bir borcu ödeyerek bitirme. * Fizikte: İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak sıfıra inmesi. |
İTFA-Yİ HARİK |
Yangının söndürülmesi. |
İTFAİYYE |
Yangın söndürme birliği, teşkilâtı. |
İTFAL |
İnsan vücudunun fenâ bir şekilde kokması. |
İTHAF |
Hediye etmek. Armağan vermek. * Edb: Birisinin nâmına eser yazmak. |
İTHAFNAME |
f. Bir eserin bir kimse adına olduğunu gösteren yazı. |
İTHAM |
Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak. |
İTHAMÎ |
İthamla ilgili. |
İTHAMNAME |
f. İddianame. |
İTİ |
Keskin, kesen. * Mc: Sert, acı. |
İ'TİBAR |
(İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek. * Taaccüb etmek. * Şeref, haysiyet. * Bir şeyin gerçek değil, kararlaştırılan değeri. * Ticarette söz veya imzaya olan itimad. |
İ'TİBAR-I SURET |
Surete itibar etme, görünüşe değer verme. |
İ'TİBARAT |
(İ'tibar. C.) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler. * Var sayılan şeyler, faraziyeler. |
İ'TİBAREN |
...den beri, ... başlıyarak, ... den başlıyarak, ...den (yerinde kullanılır.) |
İ'TİBARÎ |
(İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen. |
İ'TİDA |
Sesini yükseltmek. * Zulmetmek. * Haddinden geçmek. |
İ'TİDAD |
Yardım isteme. İmdât isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma. |
İ'TİDAL |
Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak. * Yumuşaklık. Uygunluk. * Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması. * Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet arasında mutavassıt olmak. |
İ'TİDAL-İ DEM |
Soğukkanlı davranış. Heyecanlanmadan, acele etmeden, düşüne düşüne ve tedbirli hareket. |
İ'TİFA' |
Bağış dileme, afvedilmesini isteme. |
İ'TİFAR |
Yere vurma. Kavrayıp yere çarpma. Üzerine atılıp kavrama. |
İ'TİKAB |
Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı teslim etmeme. |
İ'TİKAD |
İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam) |
İ'TİKAD-I FÂSİD |
Bozuk inanç. |
İ'TİKADÂT |
(İ'tikad. C.) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar. |
İ'TİKADÂT-I BÂTILA |
Bâtıl, hak olmayan, asılsız şeylere inanışlar. |
İ'TİKADÎ |
İtikad ve inançla alâkalı. |
İ'TİKADİYAT |
İtikada ait mes'eleler. |
İ'TİKÂF |
Bir şeye devam etmek. * Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an, evrad ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir. |
İ'TİKÂL |
(Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması. * Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi. |
İ'TİKÂL-İ SEVÂHİL |
Kıyıların aşınması. |
İ'TİKAL |
Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma. * Devenin dizini büküp bağlama. * Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma. |
İ'TİKAL |
Zorlaşma, müşkilleşme. |
İ'TİKAM |
Biriktirme, yığma. |
İ'TİKAR |
Birbirine karışıp sayılamama. |
İ'TİKAS |
Tersine dönme, akislenme. |
İ'TİLA |
(Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak. * Yüksek rütbelere çıkmak. |
İTİLAF |
Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat. * Cem' olmak, birikmek. |
İ'TİLAF |
Yem yeme. |
İ'TİLAFAT |
(İ'tilaf. C.) Uyuşmalar, anlaşmalar. |
İ'TİLAK |
Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma. |
İ'TİLAL |
(İllet. den) Hasta olma. * Hastalanma. * Bahane etme. * Her şeyden vazgeçip tek bir şeyle meşgul olma. |
İ'TİLAM |
Öğrenme, bilme. |
İ'TİLAN |
Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma. * Doğum esnâsında çocuğun görünmesi. |
İ'TİMAD |
(İtimad) Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip dayanmak. |
İ'TİMAD-ÜD DEVLE |
Devletin itimadı, güveni. * Tar: Safevî sadrazamlarına verilen ünvan. |
İ'TİMAD-I KAVÎ |
Sağlam itimad, kavi güveniş. |
İ'TİMADEN |
İtimad ederek, dayanarak, güvenerek. |
İ'TİMADNAME |
f. İtimad yazısı, itimad bildiren yazı. |
İ'TİMAK |
Derinine varma, derinliğine inme. |
İ'TİMAM |
(İtimam) Başına sarık sarmak. * Ortalık yeşillenmek. * Miğfer giymek. |
İ'TİMAN |
Emniyet etme, emin bulunma. |
İ'TİNA |
(İtinâ) Çok dikkat etmek. Özenmek. |
İ'TİNAK |
(Unk. dan) Birbirlerinin boyunlarına sarılma. * Kucaklama. * Sıkıca kavrayıp alma. |
İ'TİNAN |
Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma. * İnsanın önüne durma. |
İ'TİRAF |
(İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak. |
İ'TİRAF-I CÜRM |
Maznunun yaptığı suçu söylemesi, itiraf etmesi. |
İ'TİRAF-I KUSUR |
Kusurunu söyleme, itiraf etme. |
İ'TİRAZ |
(İtiraz) Kabul etmediğini bildirmek. Bir fikir veya işin olmasını kabul etmemek. * Men' eylemek. Men' olmak. |
İ'TİRAZİYE |
İtiraza, kabul etmediğine dair yazı. * Edb: Cümlenin esasından olmayıp yalnız bir husus hakkında söylenen ibare. (Bak: Cümle-i mu'terize) |
İ'TİSA |
Asâya dayanma, baston kullanma. |
İ'TİSAB |
Sinirlenme, asabileşme. * Kanaat etme. |
İ'TİSAF |
Zulüm ve haksızlık etmek. Doğru yoldan ayrılmak. Haksızlık. |
İ'TİSAM |
İstediğini vermek. |
İ'TİSAM |
Günahlardan sakınmak. * Pâk olmak. * Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak. |
İ'TİSAR |
Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkma. |
İ'TİSAR |
Zorluk, güçlük, meşakkat. |
İ'TİSAS |
Gece gezip dolaşma, devriye vazifesini görme. |
İ'TİŞA' |
Akşam vakti yola çıkma. |
İ'TİTAF |
Bir şeye örtünme, bürünme. |
İ'TİVA |
Bükme veya bükülme. |
İ'TİYAD |
(İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek. |
İ'TİYAK |
Alıkoymak, engel olmak, mani olmak. |
İ'TİYAN |
Dik dik bakma, gözünü dikme. * Yardım etme. |
İ'TİYAŞ |
Geçinme. İdareli yaşama.İ'TİZA' : Bir kavim veya kimseye bağlı bulunma. |
İ'TİZAD |
Yardım etme. Muavenette bulunma. * Yardım ve imdat isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma. |
İ'TİZAL |
(İtizal) Bir şeyi işlemeğe tamamen kasd ve teveccüh eylemek. * Nefsine müracaatla cürüm ve hatasını itiraf etmek. |
İ'TİZAL |
Ehl-i Sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka yola sapmak. Mu'tezile olmak. (Bak: Mutezile) |
İ'TİZAM |
(İtizam) Büyüklük kazanmak. Azametlenmek. Büyüklenmek. |
İ'TİZAM |
Azim ve kasdeylemek. Gitmek üzere olmak. Fütursuz ve kasd üzere olmak. |
İ'TİZAR |
Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.) |
İ'TİZAZ |
Kendini aziz, izzetli saymak. |
İTKÂ' |
Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma. * Yaslanma. |
İTKAN |
Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak. |
İTKAN-I MUHKEM |
Bütün açıklığıyla bilerek sağlam yapmak.(...Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Mâdem şu biçare, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuştur. Elbette sâdık bir hads ile ve kat'i bir yakîn ile hükmolunur ki: Şu kusûr-u semaviye ve şu bürûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasib zihayat, zişuur sekeneleri vardır. S.) |
İTKAN-I SAN'AT |
San'atın sağlam, mükemmel ve pürüzsüzlüğü. |
İTLA' |
Başkasını geçme. * Te'hir etme. |
İTLAF |
Ziyan etmek. Telef etmek. Bozmak. * Öldürmek. |
İTLAL |
Hayvanı yedeğinde götürme. * Damlatma. |
İTMAM |
Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek(...Ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmâm ettikten sonra; yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelâline dönecekler ve Mevlâ-yı Kerimlerine kavuşacaklar!... M.) |
İTMİNAN |
Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık. |
İTMİNAN-I KALB |
Kalbden ve gönülden inanma. |
İTMİNANKÂRANE |
f. İtminan göstermek suretiyle. |
İTNAB |
(Bak: Itnab) |
İTNAN |
(Çocuk) hastalıkdan dolayı gelişememe. |
İTRA' |
Doldurma. |
İTRAB |
Toprak serpme. Topraklama. |
İTRAK |
Bırakma, vazgeçme, terkettirme. |
İTRAZ |
Kurutma veya kurutulma. |
İTTİAD |
Randevu verme. |
İTTİAS |
Öldürme, helâk etme. |
İTTİAZ |
(Va'z. dan) Nasihat ve öğüt dinleme. |
İTTİBA' |
Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme.(Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzun reçetesi: İttiba-ı Kur'andır! M.)(Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyyenin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip, bid'alara giriyor! L.)(Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullah'a ittiba' edilecek. İttiba' edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur! L.) |
İTTİBAEN |
Tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak. |
İTTİCAH |
Bir cihete gitmek, yönelmek. Teveccüh etmek. |
İTTİCAR |
Ticaret yapma. * İlâç kullanma.İTTİFAK : Beraber hareket için sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak. (Bak: İhtilaf, Ehakk)(İttifak hüdâdadır, hevâda ve heveste değil.) |
İTTİFAKA |
Rast gelme. |
İTTİFAKAN |
Birleşerek, anlaşarak. |
İTTİFAKAT |
(İttifak. C.) İttifaklar, sözleşmeler, ittihadlar. |
İTTİFAKÎ |
(İttifakiyye) Birleşmeye, sözleşmeye, ittifaka veya uyuşmaya ait. Tesadüfle, rastgele. |
İTTİFAKİYYAT |
Tesadüfle olan şeyler. |
İTTİFAKPEZİR |
f. İttifak ve ittihad kabul eden. |
İTTİHAB |
(Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme. |
İTTİHAD |
Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak. (Bak: İhtilaf) |
İTTİHAD-I ÂRÂ |
Rey ve fikir birliği. |
İTTİHAD-I İSLÂM |
İslâm birliği. (Azametli bahtsız bir kıt'anın, şanlı tâli'siz bir devletin, değerli sâhibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır. M.)İttihad-ı İslâmın varlığı ve devamı için:1- İslâm milliyetini esas alıp, menfi unsuriyet fikrini bırakmak.2- İslâm dünyasındaki dini cemaatler, gayede ve dinî esaslarda ittifak edip teferruat meseleleri medar-ı niza etmemek.3- İslâm devletleri arasında meşveret-i şer'iyeyi yapmak.Bunlar en ehemmiyetli sebeplerinden üç tanesidir. |
İTTİHAD-I MENAFİ' |
Menfaatlerin bir ve ortak oluşu. İş birliği. |
İTTİHAD-I MUHAMMEDÎ CEMİYETİ |
Süheyl Paşa, Mehmed Sadık, Ferik Rıza Paşa, Derviş Vahdeti ve arkadaşları tarafından İstanbul'da 5 nisan 1909 tarihinde kurulan bir cemiyettir. |
İTTİHAD-I UMUMÎ |
Umumi ittihad. Bütün insanların birleşmesi. |
İTTİHAD VE TERAKKİ |
1918 tarihine kadar devam eden ve Osmanlı Devletinin son zamanlarında mühim rol oynamış bir siyasî parti. (Bak: Tanzimat) |
İTTİHAM |
Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır) |
İTTİHAZ |
Edinmek. Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek. |
İTTİKA |
Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek. (Bak: Amel-i salih) |
İTTİKÂ' |
Dayanmak. Yaslanmak. * Oturmak. |
İTTİKÂL |
Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma. |
İTTİKAN |
Muhkem yapılmak. Esaslı ve şüphesiz yakından bilmek. |
İTTİKAR |
Vakar, gurur ve büyüklük gelme. |
İTTİRA' |
Dolma, nemalanma. * Solma. |
İTTİRAD |
(Bak: Ittırad) |
İTTİSA |
Bollaşmak. Genişlik kazanmak. Genişlemek. Vüs'at. |
İTTİSAF |
Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak. |
İTTİSAFKÂRANE |
f. Vasıfları belli olur surette. Bir hal takınarak. |
İTTİSAH |
Paslanma, kirlenme. |
İTTİSAK |
Dizilmek. Bir nizam dahilinde sıralanmak. * Beraber olmak. * Tamam olmak. Toplanmak. |
İTTİSAL |
Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak. |
İTTİSAM |
(Vesm. den) Damga ve nişan vurma. * Dağlama, süsleme. |
İTTİTAN |
Bir memlekette veya bir şehirde yerleşme. Vatan edinme. |
İTTİZA' |
Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik. * Devenin, boynuna basarak üstüne binebilmek için, başını aşağı eğme. |
İTTİZAH |
Vazıh olmak. Açık olmak. Aşikâr olmak. |
İTTİZAH-I DELİL |
Delilin açık, vazıh ve aşikâr olması. |
İTTİZAN |
Ölçülü olmak. Vezne girmek. |
İTYAN |
Delil getirmek. * Gelmek. * Vermek. * Vüsul, vasıl. * Vârid olmak. * Zikir ve isbat ve takrir eylemek. |
İVA' |
Barındırma, kondurma. Yerleştirme, oturtma, iskân ettirme. |
İVAD |
İlk işine dönme. * Âdet edinme. |
İVAR |
İkindi vakti, ikindi zamanı. |
İ'VAR |
Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma. |
İVAZ |
Karşılık olarak verilen şey. Bedel. |
İVAZ |
f. Hazırlanmış, düzülmüş. |
İVAZAN |
Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında. |
İVEC |
Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık. * Hakkı ve hakikatı eğri büğrü heveslerle tahrif etmek, gayr-i müstakim şekle getirmek. |
İVEDİ |
Aceleci, savruk. Çabuk. |
İVEZZE |
(C.: İvezz) Kaz. Ördek. * Gövdesi bodur olan. Bodur gövdeli olan. |
İVGEN |
Koşan, acele eden. |
İ'VİCAC |
Doğru davranmamak, eğri büğrü olmak. Hamlık. * Hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermek. |
İVZ |
Ördek. Kaz. * Gövdesi bodur olan kimse. |
İYAB |
Avdet eylemek, geri dönmek. |
İYAB Ü ZEHAB |
Gidiş - geliş. |
İYAD |
Kuvvetlendirme, takviye etme. * Takviye eden âlet. |
İY'AD |
(Bak: İ'âd) |
İYADET |
(Bak: Iyâdet) |
İYAL |
(Bak: Iyâl) |
İYALET |
İdare etme, valilik yapma. * Bir valinin idare ettiği belde. * Vadi. |
İYAN |
(Bak: Ayân) |
İYANÎ |
Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair. |
İYAS |
Yeis hali. Ümidsizlik ve kederli oluş. |
İYASE |
Ye'se düşürme. |
İYAZ |
(Bak: Iyâz) |
İYD |
(Bak: Îd) |
İYN |
(Bak: În) |
İZ (İZİN) |
"Hem, vakt, yevm, hîn" gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin: O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi. * Mâzi fiillerinden evvel "iz" gelirse: İzküntü muallimen: Muallim olduğum zaman mânasına geliyor. (iz) Yazılmasa mânası, muallim idim olur. |
İZA |
Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur. |
İZA' |
Hiza, sıra. * Bolluk ve refah sebebi. |
İZA' |
İyiliğe, iyilikle mukabele etme. * Korkma, havfetme. |
İZA |
İncitmek, eziyet etmek. İncitilmek. (İza-i mü'min haramdır) |
İZAA |
(Izâat) Açığa vurma, belli ve âşikâr etme. * Yüksek sesle bildirme, ilân etme. * Radyo. |
İZAA-İ ESRAR |
Gizli sırları açığa vurma, açıklama. |
İZAA |
(Bak : Izaa) |
İZAAT |
İlân etmek, açığa vurmak. Sesle neşriyat yapmak. |
İ'ZAB |
Suyu temizleme. * Vazgeçme. * Azaba düşürme veya düşürülme. |
İZABE |
Eritmek, eritilmek. Su gibi akıcı hale koymak. Yumuşatmak. Islah etmek. |
İZABE-İ NÜHAS |
Bakırın eritilmesi. |
İZ'AC |
Rahatsız etmek. Bunaltmak. * Yerinden koparıp ayırmak. |
İZADE |
Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme. |
İZAE |
(İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme. (Bak: Izaet) |
İZ'AF |
Zayıflatmak, kuvvetsiz hale getirmek. * İki kat etmek. İki misline çıkarmak. |
İZAFAT |
(İzâfet. C.) İzafetler, isim takıları, isim tamlamaları. * Gr: Zincirleme isim tamlaması. |
İZAFE(T) |
Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak. * Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak. * Mal etmek. * Gr: İki isimden meydana gelen bağlılık tamlaması. |
İZAFET-İ MAKLUB |
Ters çevrilmiş terkib. Muzaf-un ileyh ile muzafın yer değiştirmesi olup, böylece birleşik isim ve sıfatlar yapılır. Bu terkibler semâidir; işitilmekle öğrenilir, bir kaideye bağlı değildir. Her terkib bu şekle sokulmaz. Meselâ: Tâb-ı meh: Meh-tâb: Ay ışığı. Çeşm-i âhu: Ahu-çeşm: Ceylân gözlü. Nazar-ı haram: Haram-ı nazar... gibi.) |
İZAFET-İ MAKTU' |
Kesik tamlama. Terkib-i izafet-i maktu'da denir. Esre'yi kaldırmağa da fekk-i izafet denir. Yani izafetin kaldırılması demektir. Meselâ: Câme-hâb $ : Yatak. Câme-i hâb $ : Uyku elbisesi. Ser-rişte $ : İp ucu, vesile, tutamak. Ser-i rişte $ : İpin ucu. |
İZAFETEN |
İsnad etmek suretiyle, isnad ederek, ona bağlıyarak. |
İZAFÎ |
İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek. |
İZAFİYYE |
Münasebet. Bağlı oluş. Alâkalılık. |
İZAFİYYET |
Alâka mahiyeti. Bağlılık. |
İZAH |
Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak. |
İZAHA |
Bir şeyin çevresini dolaşma. |
İZAHAT |
(İzah. C.) İzahlar, açıklamalar. |
İZAHE |
Bir şeyi ayırma. * Kurtulma. * Yok etme. |
İZAHEN |
Açıklayarak, izah ederek. |
İZAKA |
(Zevk. den) Tattırma veya tattırılma. Lezzet ve zevk hissettirme. |
İZALE |
Zevale erdirmek. Gidermek. Ortadan kaldırmak. Mahvetmek. |
İZALE-İ ŞÜYU' |
Ortaklığı giderme. |
İZALE |
Halsiz bırakma. * Uzun etekli elbise. * Kadın yaşmağını açma. * Sarığın ucunu uzatma. |
İ'ZAM |
Büyük görmek, büyük bilmek. Bir hâdiseyi büyük göstermek, büyütmek. |
İ'ZAM |
Göndermek. Yollamak. |
İZAM |
(Azim. C.) Büyükler. Büyük kimseler. * (Azm. C.) Kemikler. |
İZAM-I REMİME |
Çürümüş kemikler. |
İZA-MA |
Gr: Zaman zarfı olan "izâ"ya müsavidir. Müzari fiilinden evvel gelirse onu cezm eder. |
İZ'AN |
Basiret. Anlayış. * Teslim olup itaat etmek. * Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek. (Bak: Dimağ) |
İZ'AN-RÜBA |
f. Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan. |
İZ'AN-RÜBA-İ KÂİNAT |
Kâinatın aklı alan vechesi, herkese hayret ve şaşkınlık veren yüzü. |
İZAN |
Bildirmek. * Ezan okumak. |
İZAR |
Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı. |
İZAR |
Peştemal. Futa. Göğüsten aşağı örtülen elbiseler. * İsmet, iffet. * Zevce. |
İZAR |
f. Suyun dibi. |
İZARE |
Ziyaret ettirme. |
İZARE |
Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme. |
İ'ZAZ |
Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek. |
İ'ZAZEN |
İkram ederek, ağırlayarak. |
İZBAD |
Köpüklenme. * (Ağaç) çiçek açma. |
İZBAR |
Yazma. Yazma ile bildirme. |
İZBE |
Kuytu. Loş. Pis ve nemli yer. |
İZCA' |
Defetme, kovma. |
İZDİCAR |
Nasihatı dinleyip kabul etme. Söylenen sözü dinleyip tutma. |
İZDİHAM |
Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı. |
İZDİRA' |
Tahkir etme, hakir ve âdi görme. |
İZDİRA' |
Ekin ekme, zirâat yapma. |
İZDİRAD |
Yutma. |
İZDİRAM |
Lokmayı iri iri yutma.İZDİVAC : Çift olmak, birbirine eş olmak. Meşru nikâhla evlenmek. |
İZDİYAD |
Ziyadeleşmek. Çoğalmak. Artmak. |
İZDİYAL |
Kaybetme, yok etme. |
İZDİYAN |
Süslenme, bezenme. |
İZDİYAR |
Ziyâret etme, gidip görme. |
İZEM |
Büyüklük. |
İZEN |
Gr: O halde, o takdirde, öyleyse. (Bak: Huruf-u nasibe) |
İZFAF |
Gelin gönderme. |
İZHAB |
Gönderme. * Giydirme veya giydirilme. * Altun kaplama. |
İZHAC |
Oturma, ikamet etme. |
İZHAF |
Yalan söyleme. * Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama. * Hayrette bırakma, şaşırtma. |
İZHAK |
Yok etme, mahvetme. * Öldürme. * Oku, nişandan ayırma. |
İZHAL |
Hatırdan çıkarma, unutma. |
İZHAR |
Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş. * Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu sıfatın harfleri Huruf-ı halk denilen harflerdir. |
İZHAR-I BELÂGAT |
Belâgat gösterme. |
İZHAR-I HAK |
Hakkı izhar etmek. Hakkı açıklama. |
İZHAR-I TECELLÜD |
İnad edip kafa tutma, yalandan cesaretlilik gösterme. |
İZHAR-I TEESSÜR |
Teessür gösterme. |
İZHAR |
Toplayıp biriktirme. |
İZİN |
(Bak: İzn) |
İZK |
Ağaç dalı. * Hurma salkımı. |
İZKÂM |
Zükâm hastalığına yani nezleye uğratma. |
İZKÂR |
Hatıra getirmek, andırmak, hatırlatmak. |
İZLAF |
Yakın etmek. Toplamak, cem' etmek. |
İZLAK |
(Bak: Zelâka) |
İZLAL |
(Zıll. dan) Gölge yapmak. Gölge koymak. Gölgelendirmek. |
İZLAL |
(Züll. den) Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. |
İZLAM |
Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak. |
İZMAM |
Bir kimseden söz alma. * Bir insanı kötülenecek bir halde bulma. |
İZMAR |
(Bak: Izmar) |
İZMİHLAL |
Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek. |
İZMİHRAR |
Surat asma. * (Yıldız) parıldama. * Kış mevsiminin şiddetli olması. |
İZMİL |
Keskin demir. * Çekiç. * Deri kesmekte kullanılan bıçak. |
İZN |
(İzin) Yasağı kaldırmak. Bir şeye ruhsat vermek. Yol vermek. Hizmetten çıkarmak. |
İZN-İ ÂMM |
Herkese müsaadeli olan. * Ist: Cum'a namazı kılınan cami kapısının kayıtsız şartsız her müslümana açık olması. |
İZNİLLÂH |
Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni. |
İZİNNAME |
f. Eskiden bir nikâhın kıyılabilmesi için kadı tarafından verilen izin kâğıdı. |
İZNAB |
Günah işleme. Günahkâr olma. * Kuyruk takma. |
İZRA' |
Korkutma. * Çok fazla medhetme, aşırı derecede övme. * Altun arama. |
İZRA' |
Arşınlama, ölçme. |
İZYAN |
Süslenme, donatılma. |
İZZ |
Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim. |
İZZ Ü ŞEREFLE |
Güle güle, uğurlar olsun. |
İZZET |
Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey. |
İZZET-İ NEFİS |
Zillete düşmiyerek şeref ve haysiyeti muhafazaya çalışmak. Vakar.(Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sâhibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. M.) |
İZZET-İ İSLÂMİYE |
İslâmi izzet. Müslüman olanın her hususta daha şerefli, daha çalışkan, daha izzetli olması hâleti. Diğer dinlerdekilerden ve dinsizlerden izzetli ve şerefli olmaları hâleti. |
İZZETLÛ |
Şeref ve itibar sahibi. * Eskiden belirli bir mevki ve rütbe sahiblerine verilen ünvan. |
İZZÎ |
Tahammüllü, sabırlı kimse. |
İZZÜ-D-DEVLE |
Tar: Müslüman hükümdarları tarafından sık sık kullanılan ve devlete değer veren, devletin değeri mânâsına gelen bir ünvan. |
İZZ-ÜD-DİN |
Dilimizde "İzzettin" şeklinde isim olarak kullanılan bu kelime; "Dinin kıymeti, ulviyet ve kudreti" anlamına gelir. |